Transhümanist Bir Distopya: Gattaca

“İnsan ruhunun geni yoktur.”

Ölüm, hastalık gibi istenmeyen durumların önüne geçilmesi, aynı zamanda üstün fiziksel ve zihinsel işlevlere sahip bireyler yaratılması amacıyla teknolojinin kullanılması düşüncesi, yirminci yüzyılın en önemli fikir akımlarından birinin temelini oluşturuyor. Öyle ki bu entelektüel ve kültürel hareket imkanlılığı ve etik ağırlığıyla birçok tartışmaya yön vermiş, bahsettiğimiz akım ise: transhümanizm. Transhümanizm yalnızca kültürel gelişmelere değil, aynı zamanda distopik gelecek tahayyüllerine de ilham oluşuyla öne çıkıyor. İşte bu yazımızda bahsedeceğimiz Gattaca isimli film de bu distopyaların en başarılı örneklerinden biri.  

Gattaca, sevilen senarist ve yönetmen Andrew Niccol tarafından yönetilen 1997 yapımı bir bilimkurgu filmi. Filmin başrollerinde ise beğenilen oyunculuklarıyla Uma Thurman, Ethan Hawke ve Jude Law yer alıyor. Film, animasyon teknolojilerinin son derece gelişmiş olduğu bugün bile distopya türünün en iyi örnekleri arasında yer almasıyla zamansızlığını tescilliyor denebilir.

Gattaca bilimkurgunun alt bir türü olan, biyopunk türünün az sayıdaki önemli örneklerinden biri. Biyopunk, tıpkı siberpunk gibi teknolojinin son derece geliştiği bir geleceğin eleştirel bir tasvirini yapıyor olsa da bu tür, mekanik değil biyolojik gelişmelere odaklanarak farkını ortaya koyuyor. Diğer bir deyişle biyopunkta, neticede ayrımcılık ve yıkımı getirecek olan teknolojik gelişme biyoteknolojide yaşanıyor. Üstün makinelerden ziyade üstün insanlara ait bir geleceğe yolculuk ediyoruz. Belki de genetik biliminin hızlı gelişimi ve giderek artan önemine sahne olan günümüz dünyasında biyopunk, yakın geleceğimizden uyarı getiren bir tür olarak da görülebilir.

Gattaca, insanların doğal yollarla üremesinin pek de “doğal” karşılanmadığı bir geleceği konu ediniyor. Bu gelecekte yeni normal, gen haritaları sipariş üzerine değiştirilen ve gelişmiş genetik bilimi sayesinde kusurlarından arındırılmış bir biçimde laboratuvarlarda üretilen bebekler. Bu şekilde dünyaya gelmiş insanlar toplumun yeni üst sınıfını oluştururken, toplum geçerliler ve geçersizler olarak ikiye ayrılıyor ve geçersizler sınıflar arası geçirgenliğin söz konusu olmadığı bir dünyada kesintisiz bir ayrımcılığa maruz kalarak hayatlarını sürdürmeye mahkum ediliyorlar. 

Başrolümüz Vincent Freeman ise küçük kardeşinin ve toplum kabullerinin aksine doğal yollarla dünyaya gelmiş bir insan. Doğuştan getirdiği bu “dezavantaj” Vincent’ın kalp hastası olarak doğmasıyla perçinleniyor. Tek hayali astronot olmak olan Vincent ailesi tarafından “hastalıklı çocuk” bakışına maruz kalırken bir gen mühendisliği harikası olan kardeşi ise gurur duyulan kardeş olmakta gecikmiyor. Astronot olma hayaliyle evini terk eden Vincent, üstün özellikli insanların bir parçası olabildiği ve bizim gerçekliğimizin SpaceX’i diyebileceğimiz, Gattaca isimli firmada temizlikçi olarak çalışmaya başlıyor. Hayaline kendisi olarak ulaşamayacağını anlayan Vincent yasadışı bir yola başvurarak, genetik olarak kusursuz, fakat geçirdiği kaza sonrası sakat kalmış bir atletin kimliğine bürünerek Gattaca’da çalışmaya başlıyor. İş yerinde işlenen bir cinayet ise hem Vincent ile kardeşini karşı karşıya getiriyor, hem de filmi heyecanlı kılan kovalamacayı yaratıyor. Sonuç olarak Vincent azmi sayesinde hayallerine kavuşarak, astronot olarak uzaya çıkarken film sona eriyor. İzleyiciler olarak biz de Vincent’ın kendisine, ailesine ve toplumun standartlarına karşı verdiği savaşa film boyunca tanık oluyoruz.

Film özellikle görüntü yönetmenliğinin başarısı ile öne çıkıyor. Sarmal merdivenler, iç içe yarım halkalardan oluşan dekorlarla, filmin neredeyse her sahnesinde bir DNA referansı görmek mümkün. DNA referansı ise yalnızca burada kalmıyor, kahramanımızın parçası olmak için hayatını adadığı Gattaca, ismini DNA’nın bileşenleri olan Guanin, Timin, Adonin ve Sitozin’den alıyor, bu kelimelerin birleştirilmesiyle ortaya çıkıyor.

Filmdeki referanslar ve sembolizm yalnızca bununla sınırlı değil, emelleri için her şeyi göze alan azimli başrol Vincent’ın ismi “feth eden” anlamına gelirken, kendisinin kimliğini kullandığı üstün insani özelliklere sahip eski atletimizin ismi Eugene ise “soylu” anlamına geliyor. 

Gattaca ile seyirciye sunulan distopik mesaj tabii ki temsilcisi olduğu biyopunk türünün de etkisiyle “bilim temelli ayrımcılık”. Bu gelecek tasvirinde toplumsal sınıflar sahip olunanlarla değil, fiziki ve genetik özelliklere göre ayrışıyor. Yani “şeyler” önemini yitirerek, bedensel kabiliyet ve sağlık düzeyi yeni toplumsal sınıfları belirleyici faktör olarak karşımıza çıkıyor. Bu tür bir düzen oldukça Darwinist ve hayvani bir şekilde “zayıf” olmaya kesinlikle şans tanımıyor. Toplum bireyleri tamamen mükemmelliğe zorlarken, “herkesin mükemmel olduğu bir dünya nasıl olurdu?” sorusu ortaya çıkıyor. 

Liyakatin olmadığı ve tek kimliğimizin DNA haritamız olduğu bu gelecek, yukarıda söylediğimiz gibi son derece Darwinci. Yirminci yüzyılda çok sayıda taraftar toplasa da etik olarak tartışmalı akımlarından “öjeni” filmde oldukça öne çıkıyor. İlk olarak Platon tarafından ortaya atılan ve Francis Galton tarafından geliştirilen bu fikir akımı Yunanca “iyi doğan” anlamına geliyor ve hastalıklı insanların genetik biliminin gelişmesiyle henüz anne karnında ayrıştırılması ve sağlıklı ceninler yetiştirilmesi idealine dayanıyor. 

Gattaca’nın yarattığı gelecek de yirminci yüzyılın, deyim yerindeyse acımasız idealleri gibi bilime ve mükemmelliğe dayanırken insana “kusurlu olma” şansı tanımıyor. Gelecekte bilimsel gelişmeler nedeniyle yaşanabilecek genetik kaynaklı ayrımcılıklar konusunda son derece realist bir tasvirle karşılaşıyoruz. İnsanların hastalık ve ölüme teknoloji sayesinde karşı durabildiği bir gelecek hepimize bu kadar karamsar görünmüyor olabilir, bu noktada distopya türünü ve amacını tekrar hatırlayarak bu filmin de olabileceklere karşı bir uyarı olarak görülmesi gerektiğini söyleyebiliriz.