Dile Gelmeyen

Sahilde ayak izlerimizi, sonradan gelip gizlice ayağımı onunkinden kalanın üzerine koymak istediğim ayak izlerini bırakıyorduk. Denizin hafif dalgalı olduğu, bunaltıcılıktan uzak taze sabah havasının ılık rüzgarı tenimi okşuyor, burnuma hafif hafif bir tuz kokusu getiriyordu. Hemen önümde yavaş adımlar atan ve arada bir eğilip yerdeki deniz kabuklarını toplayan ona baktım. Gideceğini bilmek içimi burkuyordu ve her an sanki kulağımın dibinde duran bir saatin tik takları, tükenmekte olan zamanın geri sayımını kafatasımın içinde yankılıyordu.

Vedalarda hiçbir zaman iyi olmamışımdır, kendimi bildim bileli kendi içinde sonsuzluğa sahip hayatımdan bir sürecin küçük ölümü gibi gelmiştir bana ve kendimi bildim bileli o hep vardı; oyun arkadaşım, küçük sırdaşım, suç ortağım… Kim bilir bir daha ne zaman görebilecektik birbirimizi. Oysa biz küçükken böyle miydi? Son yıllarda ilişkimiz kopuk iplik parçalarına dönüşmemiş gibi dolu dolu iki hafta geçirmiştik, yediğimizin içtiğimizin ayrı gitmediği eski günlerdeki gibi. Hele dün akşam… Sevdiğimiz şarkıları açıp terasta içki içip dans etmiştik. Bana o kış başına gelen tuhaf bir olayı anlatmıştı ve gülmekten kırılmıştık. Biraz da bugün gidecek olmasının etkisiyle, sanırım alkolün dozunu bir noktadan sonra iyice kaçırdım ve gecenin son kısımlarını hatırlamıyorum, ağlamış mıydım? Umarım ağzımdan sonradan pişman olacağım şeyler çıkmamıştır. 

İkimiz de tek çocuktuk, o benden bir yaş büyüktü ve annelerimiz eski arkadaştı, şehirde çok yakın oturmamızın yanı sıra, biz daha küçükken aynı yerden yazlık almaya karar vermişlerdi, böylece yazın da kışın da hep beraber olmuştuk. Tuhaf bulduğum bazı huyları vardı. Mesela küçüklüğünden beri yerde bulduğu değişik taşları, deniz kabuklarını ve yaprakları toplayıp kurutmayı severdi. Ben gereksiz bulurdum bu yaptığını ama o, zamanı geriye sarıp baştan yaşayamayacağı sevdiği anların parçalarından hatıra almak olarak tanımlıyordu bunu. On dört, on beş yaşlarında olduğumuz bir yaz, yine böyle sahilde yürüdüğümüz bir sırada, deniz kıyısına vurmuş bir deniz atı bulmuştu. Onu özenle kurutup bir gün çok sevdiği birine vereceğini söylemişti. Sonra onu ne yaptı bilmiyorum, hiç konuşmadık. 

Hep ressam olmak istemişti ve resimde gerçekten çok yetenekliydi, kalemi zarif bir şekilde hareket ettirerek çizdiği karakalem resimleri yaparken büyülenmiş gibi onu izlerdim. Sonra o üniversite için başka bir şehire, hayallerinin bölümünü okumaya gitti. Bense şehir içinde bir okulu kazandım, derken yıllar sonra ilk defa böylesine ayrı düştük. Her ne kadar zamanla seyrelmiş arayıp sormalarından dolayı ona içerlesem de, en ufak kriz anımda iki eli kanda olsa yanıma gelir, bilirim. Beni hep olmayan küçük kardeşi gibi görüp sahiplendiğini hissetmişimdir. 

Yerden bir deniz kabuğu daha aldı, arkasını dönüp rüzgarın yüzüne savurduğu kısa saç tutamını geriye attı ve bana baktı bir an, gülümsedi. Mutluydu, benim aksime. Gözlerim dolar gibi oldu ama elimden geldiğince belli etmemeye çalışarak zoraki gülümsemeye çalıştım, hemen sonra da bakışlarımı yere, parmak uçlarıma çevirdim. Bana doğru yaklaşıp, “Küçükken de ne zaman üzgün olsan böyle yapardın,” dedi. Şaşkınlıkla yüzüne baktım ve kendimden emin bir şekilde, “Hiç de bile, hem üzgün değilim ki,” deyiverdim, ama ağzımdan çıkana ben bile inanmadım. Bana bakıp hafifçe güldü, eğlenmişe benziyordu. Birazdan kendisini havaalanına bırakacak aracın geleceğini ve gitmeden bana vermek istediği bir şey olduğunu söyledi. 

Sahilden ağır adımlarla uzaklaşıp ağaçların gölgelediği yoldan evlerimizin bulunduğu sokak boyunca yan yana yürüdük. Onların bahçe kapısının ilerisinde, sahile inmeden önce çıkarmış olduğumuz bavulları karşıladı bizi. Annelerimiz hemen yan tarafta bulunan bizim bahçede oturmuş onu yolcu etmeyi beklerken sohbet ediyorlardı. Bana, “Beni bekle, hemen bir yukarıya çıkıp geliyorum,” dedi. 

Evin önündeki sandalyelerden birine oturup kuşların cıvıltısıyla harmanlanan hüznümle, ağaç dallarının yere düşen gölgelerinin kıpırdanışını izlemeye koyuldum. Çıkmadan unuttuğu bir şey olup olmadığını kontrol etmek istemiş olmalıydı, hem bana ne verecekti ki derken, on dakika oldu olmadı yaklaşan ayak seslerini duydum. Ona doğru döndüm, elinde ufak bir kutu vardı. Bu nedir, diye sordum. Ben gittikten sonra açıp bakmanı istiyorum, dedi. 

Çağırdığı araç evin önüne yaklaşınca annemler yan bahçeden bizim tarafa geldi, eşyalarını bagaja yerleştirdik, sonra herkes sırayla ona sarılıp vedalaştı, en son sıra bana geldiğinde beni hiç olmadığı kadar sımsıkı sardığını hissettim ve ben de ona aynı şekilde sarıldım. Ayrılmadan hemen önce en yakın zamanda tekrar görüşeceğimizi söyledi. Sonra arabaya bindi ve yol boyunca uzaklaşmasını, görüş alanımdan çıkana kadar takip ettikten sonra ardında bomboş kalan yola bir süre öylece baktım. Annemler çoktan bizim bahçeye geri dönüp yarıda bıraktıkları sohbetlerine kaldıkları yerden devam etmeye başlamıştı.

Sahile, yarım saat kadar önce şimdi hangisinin hangimize ait olduğunu kestiremediğim ayak izlerimizi bıraktığımız yere döndüm. Hemen önümde duran çakıl taşlarının biraz ilerisinde zarifçe eğilip yerdeki deniz kabuklarını almıştı. Gözlerimi kapatıp şimdiden belleğimde silikleşmeye başlamış silüetini içime çektim, beyhude bir çabayla o ana dokunmak istedim. Neden sonra o esnada halihazırda elimde sımsıkı tuttuğum kutunun varlığını hissettim, daha da sıkı tutmuştum sanırım. Gözlerimi ufak bir an üzerinde gezdirip narin bir şekilde açtım, sanki kutuyu incitebilirmişim gibi. Karşıma kurutulmuş bir deniz atı çıktı, tam onu yavaşça elime aldığım sırada altında katlanmış bir kağıt olduğunu fark ettim. Ayak izlerimizin birbirine karıştığı yerde kumların üzerine oturup bacaklarımın üzerine koyduğum kutudaki katlanmış kağıdı nazikçe çıkardım. Soluğumu tutmuş katlarını özenle açarken, karakalem bir çizim olduğunu anladığım kağıdın son katını da açtığımda, karşımda bana bakmakta olan kendimi buldum. O an gözümden ufak tuzlu bir damla, yine benim karakalem gözüme düştü.