Genç Kıraathane Aslı Tohumcu ve Suzan Demir Hocalarımızla “Mutluluk Arayışımızda Distopyalar” eğitimi kapsamında serbest çağrışımla yazı çalışmaları gerçekleştiriyorduk. Bir dersimizde rastgele seçtiğimiz „çiş, fingirdek, aile saadeti, sarmaşık, kalça, alkol ve sekiz“ kelimeleriyle kısa bir öykü yazmamız istendi. İşte benim öyküm.
Aile saadetinden uzak büyümüş çocukluğum gün gün uyanıyordu. Yatakta yatan eşime, ötedeki beşiğe, doğumun üzerinden çok geçmemiş olmasıyla atamadığım kilolarıma, şekilsiz kalçalarıma şöyle bir göz ucuyla baktım. Birazdan alarm çalacak, gün ağaracak ve monoton hayatımı oluşturan günlerden biri daha başlayacaktı. Bu gerçek, bir sarmaşık gibi doladı zihnimi.
Özlemiştim vurdumduymaz, ayılmaz ve bıkmaz gençliğimi. Sağa sola bakındım. Yorgun, hareket etmekten bıkmış vücudum zamk gibi yatağa yapışmıştı. Sekiz yıldır içinde olduğum dünyam; beni kandırmaya her geçen gün, ay ve yıl devam ediyordu. Alkol… Ne çok özlemiştim. Beynimi karıncalandırmasını, gözümü karartmasını…
Kalktım, kaçamak şarap kadehi ve dalgın düşüncelerim ile baş başa kalmak üzere kapı tokmağına kadar sürüne sürüne ilerledim. Ani bir ses bir anda irkilmeme sebep oldu.
- Anne, çişim geldi.
Benim ufaklık, kapı eşiğinden bana bakıp sanki beni içinde bulunduğum buhrandan çıkarmak istercesine ikiledi.
- Anne, gel.
Zihnimi susturmaya çalışarak elinden tuttum, tuvalete doğru ilerledik. Anlamayacağını bilsem de, onu beklerken düşüncelerimi bir bir anlattım ona. Anlamsız bakışlarla yüzüme bakmakla yetindi. 3 yaşında olan beyni ne kadarını anlayabilirdi ki zaten? Benim fingirdek, coşkulu ve özgür gençliğim, “Anne, çişim geldi,” cümlesiyle son mu bulacaktı gerçekten?