ORTANCA

Dükkanın önünde oturan manikürcüden korkuyoruz. Kardeşim de, ben de karşı kaldırımı kullanıyoruz artık. Cenazeden sonra, “Hülya Hanım nerede?” diye soran ilk kişi olup arkasından da, “Manikürü gelmiştir onun,” yorumunu eklediğinden beri geçmiyoruz o dükkanın önünden. Cevap verebilmiş miydik onu bile hatırlamıyorum. Selasını da mı duymadın be kadın? Tüm gün oturuyorsun öyle taburenin üstünde. Küçücük kasabada kaç tane Hülye Atar var ki zaten? Taa yıllar önce bir babaannem vardı, bir de birkaç hafta öncesine kadar ablam. 

Yine karşı kaldırımdan hızlı hızlı yürüyüp eve vardığımda, ayakkabıların artık azaldığını fark ediyorum. Kapıyı çalacak gücüm hala olmadığından anahtarımı sokuyorum deliğe ve doğrudan kardeşimin odasına geçiyorum. Her zamanki gibi ağlıyor. O doğduğundan beri böyle ama ilk defa yeri ve zamanı. Ağıtçı olsa köşeyi dönmüştü. Çıkardığı sesler ve suratının hali daha da sinirimi bozuyor. Üstüne annemin, “Sedaaa!” diye ismimi çığırmasıyla kayış bende hepten kopuyor. Hışımla içeri gidip ortanca çocuk çizgimden çıkıyorum ve anne babalar çocuklarını hiçbir zaman hak etmezler deyiveriyorum. Ardından odamda alıyorum soluğu. Burada da bağırışımla namazlarını bozdurduğum beş kafanın abuk bakışlarıyla karşılaşıyorum. Hepsi anne demek ki. Secde mayınından nasıl geçip de dolabıma ulaşacağımı hesap ederken dış kapının çarptığını duyuyorum. Giden, annem. Ağlayan, kardeşim. Ölen, ablam. 

Önce kovuyorum herkesi. Ardından çay suyu koyuyorum kısık ateşe. Dönene kadar ancak kaynar. Anahtarla birlikte kardeşimi de alıyorum yanıma. Annem onun ağlamasına dayanamaz. On dakika sonra üçümüz de uzaktaki gemilere dalıyoruz. Diğer on dakika içinde dalgalar büyüyüp de sesimizi bastırınca dönüyoruz eve. Daha çay bitmeden affediyor annem beni ve “Hülya birazdan evde olur. İki dakikada kısır yapalım, ne zamandır istiyordu,” diyor. Kalkıp ıslatıyorum bulguru.