Seansı her zamanki gibi rüyalarımı anlatarak başlatıyorum. Burma pitonunun yuvarlak, köpeksi burnunu havaya kaldırmasını, nemli yağmur ormanı toposferinin kan ve vahşet kokusunu ince uzun akciğerlerine çekmesini… Vücudundaki 457 kaburga kemiğinin içinde ruhu sürünüyor, sürünüyor, avını arıyor. Biliyorum çünkü onu görüyorum ama aynı zamanda O’yum, pitonun ta kendisiyim.
Bulduğu avıyım da, boğulduğumu, her taraftan pullu sert deri bedenin beni sıkıştırdığını hissediyorum, patlayacağımı hissediyorum.
Sonuçta yine çişimi altıma kaçırıyorum. Bu ay sekizinci defa olduğunu söylüyorum psikiyatrıma. Altıma kaçırmamı, uyurgezerliği, dev yılanı apartman dairemde görmemi anlatıyorum. Beton gibi bir suratla dinliyor. Adımı bile bilmediğine eminim.
Doktor hanım bana birkaç tane yeni ilaç yazıyor, eskileri yenilemem için de bir şeyler çiziktiriyor ve ilaçlarımı almaya gidiyorum. Xanax, Olanzapin, Risperidon, Lexapro, Diazepam. Evde, prospektüsleri çıkarıyor, katları aralayıp her kelimesini okuyorum, sonra ilaçları alkolle yutuyorum. Evim boş şişeler dolu, cep telefonum aha şu duvara çarpıp parçalanmış, düştüğü yerde duruyor. Ev telefonum yok, bu önlem kimseyi aramamam, eve fingirdeşmelik, bana yılanı unutturacak kimseyi çağırmamam için. Evimde sendeleyerek dolaşıyorum, elimde buzdolabından çıkarıp sıcak suyla çözdürdüğüm kocaman, beyaz bir sıçan. Kuyruğundan tutup onu salona taşıyorum. Bir televizyonum yok, ihtiyaç duymuyorum. Yerinde, televizyon ünitesinin üstünde, en az yüz litrelik bir tank var ama içinde su yok. Toprak ve bitkiler arasından O gözükmüyor, elimi sokup kalın bedenine değiyorum.
Rüyamdaki pitonun aynısı değil, kahverengi üstüne siyah pulları parlamıyor, aksine kocaman şişik bir can yeleğine benziyor. Yumurta sarısı renginde, gözleri, derisi. Fareyi burnunun hemen üstünde tutuyorum ve bir süre kokladıktan sonra saldırıyor, sarmaşık gibi fareye dolanıyor. Korkuyla titriyorum, heyecanla yerimde duramıyorum, fare çoktan ölü ama onu boğuyor yine de, öldürüyor bir kere daha, domuz burnu havada, farenin etrafında katlanıyor da katlanıyor. Bu ölüm dansını izliyorum, şehrin ortasında bunun gibisini bulamazsınız. Yemeğini bütün yutuyor, bana bakıyor. Onu tanıyorum, beni tanıdığını biliyorum. Nemli ve kanlı canlıyım, üstümden akan ve buharlaşan her feromonu içine çekiyor, tanktan sarı başını uzatıyor. Onu seviyorum, ona hayır diyemem ki. Kolumu ona uzatıyorum, etrafında dolanıyor bir ağaç dalıymışım gibi ve boynuma sarılıyor. Dilinin dışarı çıktığını, daha fazla, benim insan vücudumla hayal edemeyeceğim kadar çok koku aldığını, benim hakkımda dünyadaki herkesten daha fazla şey bildiğini anlıyorum. Vücudu boynumda, belimde; kalçalarımın ve bacaklarımın etrafına sarılıyor, ayakta duramayıp yere devriliyorum. Bir tur daha, ve pek nefes alamıyorum, nem ve sevgi dışında hiçbir şey hissedemez oluyorum. Sıkmaya başlıyor, bütün vücuduyla ve en son bana kimin sarıldığını hatırlamadığımı fark ediyorum.