Ses

Aynaya bakarak söyleyeceklerimi tekrarlıyorum. Gelecek mi acaba? Gitmiş midir şimdiden? İnsan kendi kendine konuşurken bile sesini kısıyor. Bugün, varlığımı destekleyecek tek kişi ile kendi sesimi duyacağım. Umarım gelir. Bu konuşmadan kaçmak için bahanelerimi tükettiğim noktadayım. Gelmese bile bulacağım.  

Kaç saat geçti bilmiyorum. Her kapı çalışında, kapıdan girenin o olmasını diliyorum. Benim dışımda herkesin beklediği mevlithan giriyor içeri. Arapça bir şeyler okuyor, kaçamak bakışlarla birbirimize bakıyoruz. Benim onu ve ortamını garipsediğim kadar, o da beni garipsiyor. Mor saçlı, tuhaf giyimli bu kadının neden burada olduğunu o da bilmiyor. Ama dininin gerektirdiği saygıyı da göstermeye çalışıyor. İkimiz de bir iş için buradayız. O okuyup gidecek, bense konuşup gideceğim. Şimdi en çok bitirmesini diliyorum. Uzun bir masada, önümden geçen tabakları izliyorum. 

“İnşallahlar”ı,” Maşallahlar”ı ayırt ediyorum, ekstra bir tabak daha hazırlanıyor, yukarıda ders çalışıyor, ona bırakalım diyorlar. Kalbimin atışı, ses tellerimden çıkacak titreşimi bastırıyor. “Ben götürürüm!” diye bağırıyorum. Biraz fazla bağırıyorum, herkes bana bakıyor, ben de o an bedenimden ayrılıp uzaktan izliyorum olanları. Kendi sesime bile yabancılaşıyorum. İnsan çok uzun süre kendi iç sesiyle tartışıp, uzun uzun fısıldaşınca kendi sesini tanıyamıyor. 

Şimdi elimde bir tabak; içinde tavuk pilav, helva, sarma ve tulumba. Şerbeti pilava akmış. Diğer elimde ayranı tutuyorum. Midem bulanıyor, heyecanlanınca midemin bulanmasından yorulduğumu hissediyorum. Birçok şeyden yoruluyorum o anda kendimden yoruluyorum. Çıkıyorum üst kata, kapının önündeyim, zili çalıyorum, gelmesi on beş adım. Koridor uzun, delikten gölgesi gözüküyor. Açıyor kapıyı. En az benim kadar şaşkın ve bulutlu bakışları. Hala? Ne yapıyorsun, hoş geldin diye toparlıyor kendini. 

Giriyorum içeri; pijamalı, ders çalışıyor, önce halalık görevimi yerine getirip, “Nasılsın, okul nasıl, yoruluyor musun?” diyorum. Sanki yorgunum dese yapabilecek bir şeyim varmış gibi. O benim çocukları soruyor, aynı akraba sorumluluğu hissiyle. Benzer cevaplar veriyorum ona, tam bekleneceği gibi. Artık sadede gelmem için, “Ee nasılsın, senin hayatın nasıl gidiyor?” diyor. 

“İyi işte ama konuşacaklarım var,” diyorum. Son bir cesaretle, konuşacaklarım var dersem geri dönemem bu yoldan, biliyorum. Yolda olmanın keyfiyle, “Sigara diyorum, içeyim mi?” 

“Tabii,” diyor, küllük getiriyor. Bir de demli çay dolduruyor. İkimiz de biliyoruz, annesi salonda sigara içildiğini bilse çok konuşarak yıpratır bizi. Ama işte bugün farklı bir gün. Bugün içilmesi şart. Çayıma bir dilim limon eklemiş. Beni tanıyor, elime doğan bebeğim karşımda. Birazdan belki de hayatımın sırrının yeni ortağı olacak.  

“Ben… uzun zamandır,” diye başlıyorum. “Farklı hissediyorum.” 

Lafımı bölmüyor, nasıl demiyor, o da bir sigara yakıyor. Artık ortak bir sırrımız daha var. 

“Yani,” diyorum, “yakın arkadaşım var ya Aynur. Ona da hala diyorsun hatta, onu ben arkadaş olarak değil de şey gibi seviyorum. İlk üç yıl önce oldu, yazlıkta, çocuklar denizdeydi.” 

Sormuyor, sorgulamıyor. Sadece sarılıp, “Biliyorum, korkma,” diyor. 

O an anlıyorum, beni yargılayan en acımasız hâkim içimde yaşıyor. Doğduğu gün hemşiresine altın taktığım bebeğim, bugün omzumdaki yüke ortak oluyor. Birer sigara daha yakıp, birbirimize karışan gözyaşlarımızı siliyoruz.

 Gözünde bir anda muzip bir ışık yanıp sönüyor. “Eee, nasıldı eniştemden sonra bir kadın? Daha iyiyse söyle ben de bir düşüneyim şu işi.”