Giriş:
Korkuların dayanağı, en çok korku duyulan unsurdur. Tüm korku ‘nesne’leri bu unsur etrafında birleşir. Var olan ve var olabilecek diğer korkuların özünü de bu ana korku ‘nesne’si oluşturur. Ve korku duymamız da bu ‘nesne’nin, bilinmezliğin yoğunlaştığı ‘nesne’ oluşundan kaynaklanır. Zaman zaman korku duymakta bir sakınca yok elbette. Hatta bu ana korku unsu- ru da tüm düzeni bir arada tutar. Çünkü ne bilgisi elde edilebilirdir ne de engellenebilirdir. Ana korku unsurunun, insan türünün devamlılığına, toplu yaşam ve bilimsel becerilinin gelişimine sağladığı katkıyı çoğu zaman göz ardı ederiz. Belirsizliklerle dolu hayatlarımızda bu unsurun mutlaklığı bu sebeple önem taşır.
1. Bilgi – korku ilişkisi
Kişi, bilgi peşinde bir hayat sürer. Fakat bu durum kesinlikle bilgeliğe duyulan arzu veya sevgi ile karıştırılmamalıdır. Kişinin peşine düştüğü bilgiler bütünü, (bilge bir kimsenin düşeceğinin aksine) bilinmeyenlerden oluşan zaman, mekân sarmalının yani geleceğin çözümlenmesi üzerinedir.
Sabah güneşin doğduğu bilgisi, kişiye bundan sonra da böyle olması gerektiğini, durumun normalliğini ve eğer bir gün olmazsa endişe duyması gerektiğini tanımlar. Aynı anda hem beklemek hem de beklememek. Neler olacağını tahmin edip ona göre tepki verirken, farklı bir durumu da beklememek ve onun tepkisini de hazırda tutmak. Yani basamağa adımımızı attığımızda beklentimiz farklı olmasına karşın eğer sendelersek tutunmaya da her zaman hazırız. Durumların olumsuz hallerinin de bilgisini öğrenebildiğimiz için ne olacağını bilmesek dahi olacakmışçasına tepkilerimiz oluşuyor. Masa kenarından itildiğinde düşen bardak, alabildiğine belirsizlik dolu geleceğin düşen nesneler bölümünü aydınlatır. Çok iyi tanıdığımız insanlar da geleceği daha tahmin edilebilir kılar.
Kişi, geleceğin bilgisine ulaşamadığı için amaca varmakta başarısız olmuş gibi gözükse de aslında bu beklenti ve tanıma sistemiyle büyük bir kısım çözümlenmiş olur.
2. Aslolan korku unsuru
Kişinin en yaygın korku unsuru ölüm olduğu gibi ölüm, diğer korkuların da öncülüdür. Yaşamın sona erdiği, ‘ölüm durumu’ karşısında kişinin bilgi elde etmesi olanaksızdır çünkü
ölümle birlikte varlık da son bulur. Ölümün tahmin edilemez, bilinemez ve öğrenilemez oluşu onu gelecekten daha korkutucu hale getirir.
Diğer korkularımız da aslolan korkuya, ölüme, dayanır. Yaygın korkuları düşünecek olursak, hepsinin sonucunda yaşamın son bulması ihtimalini kavrayabiliriz. Bu hususta önemli bir nokta ise ölümün karşımıza her zaman salt ölüm imgesi ile çıkmamasıdır. Yaşam ile karşıtlık içerisindeki ölümü kimi zaman yalnızca yaşamamak veya yaşayamamak kavramları ile düşünürüz. Bu da tıbbi ölüm gerçekleşmeden de ölü olabilme fikrine sahip olabilmemizi mümkün kılar. Kişi yalnız kalmaktan korkabilir fakat bu yalnız kalan kişinin tıbben öldüğü anlamına gelmez; aynı zamanda yaşadığını da hissetmez. Yaşamayı ilişkilendirdiklerimiz ölümün tanımına etki eder. ’Ölü gibi olma’ korkusu, ölümün korkusundan farklı değildir ve ölümü bilmediğimiz, kimi zaman bir karşıtlıkla kimi zaman da biyolojik reaksiyonlarla tanımlamaya çalıştığımız için çoğu noktada ayrışamaz. Yaşam yoksunluğu farklı türde bir yaşama değil ölüme kapı aralar.
Kendi ölümümüzden varlığımızın son bulmasıyla kaçabiliriz ama diğer yaşamların ne me- caz ölümlerinden ne de ölümlerinden kaçabiliriz. Ölümlerin korkuyla unutulan olmaması için üzerine konuşmalıyız. Ölümler üzerinde konuşmadıkça sosyal ya da politik pek çok problemi de göz ardı etmiş oluyoruz.
3. Ölümün kabulü
Çevremizdeki eşitsizliklerin, dışlama ve barbarlıkların sonucunda ölüm anlayışı ikileşti. Bilgisine sahip olunamayacak olan ölüm, üzerine konuşulamayacak ölüm halini aldı. Yası dâhi tutulamayan ölümler ve ölümün yaşam içerisinde erimiş olması, ölümleri önem sıralamasına sokmaya itiyor. Fakat ölümler, bilgisel varlıkları sebebiyle sıralanmaya uygun değil. Hiçbir ölüm diğerinden daha az kayda değer olmadığı gibi daha az yası tutulabilir de değildir. Ölüme sebebiyet veren her neden, hastane odasında yatan için de sokakta kefenlenen için de araştırılmalıdır.
Ölüm gibi temel ve saf bir korku unsuru, form değiştirerek otorite korkusu halini aldı. Çünkü eşitlik olmayan yerde ölüm bilinmeyen değil; başa gelebilecek onca şey arasındaki yegâne gerçek. Bu tip toplumlarda azınlıkların ölümü ne konuşuluyor, ne de saygı duyuluyor. Bir gün ölmekten değil de öldürülmekten veya dilin kısıtlanmasıyla (sansür ya da kişilerin ana dillerini konuşmalarını engelleme), dışlama ve sınırlamalarla mecazi anlamda öldürülmekten korkulmaya başlaması kabul edilebilir değil. Çünkü bir kişinin ölümünün, dolayısıyla da korkularının başka bir insanın ellerine bırakılması kargaşa ve vahşet dışında sonuçlanamaz.