Acılı ekşili soğan dolması

Dudu Nine iri göğüslerini göstere göstere, sanki dengesini bozan bir şey varmış gibi bir sağa, bir sola sallana sallana yürüyor gene. Şayet kendisiyle yürüyorsanız bedeniniz ve ruhunuzla ona benziyorsunuz farkında olmadan. Bazen mahalleliyi boynuna sarılıp öpecek kadar çok seviyor, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyor. İyi mi, kötü mü, saf mı, aptal mı asla anlayamıyorsunuz. Ne olduğunu, ne kendisinin ne de başkalarının bildiği bir çılgın.

Dış dünya ile ilişkimin, sığınak gibi gördüğüm bu evde, bu küçücük pencereden Dudu Nine ve mahalleliyi izlemekle sınırlı kalacağınıbilebilir miydim? Bu odaya yabancıyım, doğup büyüdüğüm bu kasabaya yabancıyım. Dudu Nine’ye yabancıyım, bu hayata yabancıyım. Sürüklendiğim bu yeni hayat, başa çıkamadığım, kaldırılamaz bir yük.

“Yine pencerenin bu tarafındasın be kızım. Diğer tarafa ne zaman geçeceksin?”

“Senin dolmalarını yedikten sonra be annem.”

Acılı, ekşili, parça etli soğan dolması. Etler büyük bir sabırla küçük küçük doğranır. Kıyma konulmaz çünkü kıyma etin mundar edilmişhalidir bizim oralarda. Soğanlar aynı büyüklük ve yuvarlaklıkta seçilmeli, maydanoz ve domates asla diriliğini ve rengini kaybetmemeli, sıcak suda bekletilen tane sumakların ekşi suyu mutlaka dolmaların üzerine dökülmeliydi. Tatların birbiriyle uyumu hiçbir malzemenin boşuna konmadığını kanıtlardı her seferinde. Hepsinin hizmet ettiği bir amaç, layıkıyla yapmaları gereken bir görev vardı. Ama annemi en çok, mükemmel bir şekilde dizilmiş dolma tabağı mutlu ederdi. Şimdi Saniye burada olsaydı, bizim dolmalar tatlı, sizinkiler acı ve ekşi diye burun kıvırarak silip süpürürdü hepsini.

Saniye’yi bebekliğimden beri tanırım. Dedem, ilk gördüğümde bunlar tahta mı diye şaşkınlıkla izlediğim o büyük dağların oradan, babam daha yedi yaşındayken gelmiş denizi olan bu kasabaya. Babam sekiz kişilik ailenin en büyük oğlu. Dört kardeşi bu kasabada doğmuş. Okuma hayalleri, çalışma zorunluluğu derken demirci ustası olmuş. Demiri her dövüşü kardeşlerinin okuma umuduymuş. İşte orada tanışmışlar kardeşbellediği Saniye’nin babasıyla. Yabancısı olduğu bu dünyayı ve dili ondan öğrenmiş. Hovardalığa da kavgaya da beraber gitmişler. Şimdi babamın o göçebe ve bir türlü ait olamayan ruhu benim ruhum oldu sanki.

“Anne, Saniyeler taşınmamış olsaydı dolma kokusuna gelir miydi acaba?”

Annem, ince ve yorgunluktan iyice küçülmüş yüzüyle, “Belki,” dedi ve odadan kaçar gibi çıktı.

Bütün gün önünde yarenlik ettiğim, tahta pencere buğulu sanki. Ne ben dışarısını net olarak görebiliyorum, ne de dışarıdan bakanlar içimi tam olarak görebiliyor. Saniye de görmüyor. Yokmuşum gibi. Acaba tarçınlı, üzümlü, tatlı yaprak sarmasının kokusunu duysaydım ben gitmeye cesaret edebilir miydim?

Her akşam bu saatlerde Memet’in dönüşünü beklerim. O sırada pencerenin önünde değilsem, saat tam 17:16’da apartmanın bahçe kapısının sesi küçük kardeşimin gelişini haber verir bize. Hiç şaşmaz, çok dakiktir kerata. Ama saat altı olmasına rağmen hâlâ ortada yok. Ben pencerede, annem balkonda, kalbimiz ağzımızda bekliyoruz öylece. Kapının sesiyle ikimiz birden kapıya koşuyoruz. Memet, sinirden ve terden kıpkırmızı olmuş suratı ve toz toprak içindeki kıyafetleriyle karşımızda duruyor. Belli ki arka yoldan gelip, yan taraftaki binanın bahçe duvarından bizim bahçeye atlamış.

Annem endişe ve korkuyla karışık:

“Oğlum, bu ne hâl? Yine mi kavga ettin? Bak babana, o da kavga etti, alıp götürdüler onu. Haklıymış, haksızmış ne fark eder. Kurban olayım oğlum, duyma onları,” dedi.

“Neyi duymayayım anne. Aksine ilk defa görüyorum onları, ilk defa duyuyorum seslerini. Ne kadar da kör ve sağırmışız meğer. Terörist orospunun kardeşi dediklerinde ne yapacaktım? Sen ne yapardın? Artık gitmeyeceğim onların okuluna.” 

“Oğlum okula gitmemek ne demek?”

“Yeter bağırma artık, ablam duyacak. Aylardır bizi sıkıntıya sokmamak için evden dışarıya adımını atmadı. Susuyor. Neyi beklediğini bilmeden bekliyor. Belki de buradan gitmenin vakti gelmiştir. Şimdi yatmak istiyorum, kimse odama girmesin” 

Gidip Memet’e sarılmak, hiçbir şey demeden sadece sarılmak istiyorum. Peki niye gidemiyorum? Bu hissettiğim korkaklık mı? Suçluluk duygusu mu? En ufak bir suçluluk duygusu hissetmesem de neden suçluymuşum gibi bir duygu var içimde? Bunca acıya rağmen keşke diyememem, keçi gibi bir inadımın olmasından mı? Yoksa pişmanlık duygusunun kalbimde yerinin olmamasından mı? Ruhumda hissettiklerimle dışarıda yaşananlar ne kadar da farklı. Hakikat ve gerçeklik…

Şimdi bütün gücümü toplayıp küçük kardeşimin yanına gidip, güçlü görünmeye çalışarak, zayıflayan kuru bir sesle, “Ben iyiyim, sen sakın üzülme,” diyeceğim. Savaş, hepimizi birer yalancı yapmış meğer. 

Babamın ilk görüş günü yaklaşıyor. Aylar sonra ilk defa göreceğiz onu. Ayrılık evdeki seslerin kesilmesi, baba koltuğuna kimsenin oturamaması, askıdaki hırkasının öylece durması demekmiş meğer. Babam bildik babalara hiç benzemezdi. Beni başka türlü severdi. Sürekli çatışsak da bana bağırdığını hiç hatırlamıyorum. Ama yine de çekinirdim ondan. Gizli, insanı hep meraklandıran bir yanı vardı. Pek uyuyamazdı. Acaba her şeyi düşündüğü için mi uyuyamıyordu yoksa unutamadığı için mi? Bunu hiç anlayamadım. Bir demirci ustasına göre okuduğu onca kitapta bir şeyler arıyordu sanki. Derdine derman olacak bir şeyler belki de… Ne çocukları ne de çok sevdiği karısı mutlu edebilmişti onu. O göçebe ve bir türlü ait olamayan ruhu delirtiyordu babamı yavaş yavaş. 

Kasabaya döndüğüm o ilk gecenin, babamı bizden ayıracağını nereden bilebilirdim. Annem, en sevdiğim tatlıyı yapmıştı. Üstü bolca yanmış, fırın sütlaç. Eve girer girmez dolabı açtım. Annem söylemese de sütlacın orada olduğunu biliyordum sanki. Sütlaçlar neredeyse bütün bozdolabını işgal etmişti ve beni bekliyorlardı. Üç kâse sütlacı şuursuzca mideme indirmiştim. Üç yılın acısını çıkarıyordum sanki. Babam ve Memet, “Yeter, bize kalmadı,” diye takılmışlardı bana. Annemse, “Karışmayın kuzuma,” diyerek bir tane daha koymuştu önüme. Sütlacın bir mutluluk kaynağı olabileceğini o gün öğrenmiştim. Yıllar sonra döndüğüm bu evde hissettiğim yabancılık duygusunu yok etmişti birden. Tekrar aynı kızları olabilecek miydim acaba? Yoksa bu yeni bene alışabilecekler miydi? Tanık olduklarımı ve travmalarımı gizleyerek nasıl yaşacaktım bu evde? Bu ev ve kasaba artık benim ait olduğum yer miydi?

Annemin, “Polisler geldi!” diyen sesiyle tekinsiz bir evde olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmiştik hepimiz. Evimiz sığınağımız, mahremiyetimiz değil miydi bizim? Polisler, beni bir gece karakolda misafir edeceklerini söyleyip götürmek istediler. Tabiatı gereği sakin olan babam cezamı çektiğimi, bunun gerekçesini öğrenmeden beni onlara vermeyeceğini söylediğinde, polisler artık içeri girmişlerdi bile. Babam elimi o kadar çok sıkıyordu ki, kemiklerimin çıtırtısını duyabiliyordum. Öfkeden deliye dönmüş o adamın gizli gözyaşlarını görebiliyordum artık. Beni kaybetmemek için polise attığı her yumruk onu özgürleştiriyordu sanki. En sonunda delirmişti babam, delirmiş ve özgürleşmişti. Yaşadığımız o gece, psikolojik bir oyunun bir parçasıydı. Ayağını denk al demenin bir yoluydu. Karakolda kaldığım o geceden sonra babamı bir daha görmedim. Polise mukavemetten, devlete karşı çıkmaktan tutuklamışlardı onu. Polislerden birinin burnunu kırmıştı ama o ne haldeydi hiç bilmiyorduk. Ne o geceyi ne de gözyaşları görülmesin diye içten içe ağlayan babamı unutmadım hiç. Hava ağarmaya başlamış, pencerenin öbür tarafından günlük hayatın sesleri gelmeye başlamıştı. Çıt çıt gulu gulu amcanın sesini duyunca buraya geldiğimden beri ilk defa gülümsediğimi fark ettim. Neden simit satarken, çıt çıt gulu gulu dediğini bir türlü anlayamadığımız ama hiçbir zaman da sorgulamadığımız, onu öyle kabul ettiğimiz çıt çıt amcanın o çıtır çıtır simitlerinin kokusu odanın içine yayıldı sanki. Bir de yanında yoldaşı peynir ve çay da olsa keşke… Ben bunları hayal ederken çıt çıt amcanın sesi duyulmaz oldu. Üzerimdeki pijamaları fırlattım yatağa. Ona yetişmem için bir pantolon bir de üniversiteye giderken Ayşe teyzenin adına “rende” dedikleri motiften ördüğü mavi renkli kazak. Annem ilk bu apartmana gelin gelmiş. 25 yıl boyunca da kapı komşusu Ayşe teyzeyle hiç ayrılmamışlar. Hemen her sabah, “Tembeller kalkın bakem, bak seni oğluma almıycem ha,” demesi ritüelimiz haline gelmişti. Ben de, “Napcem ben o sümüklü oğlanı, asıl ben senin oğlunu almıycem,” derdim uykulu gözlerle. Hiç küsmezdik birbirimize. Severdi beni Ayşe teyze.

Kapıyı çektiğimde, dışarıda olduğumu fark ettim. Simit sevdasına nasıl da böyle bir şuursuzluk yapmıştım. Şimdi kapıyı çalsam, herkes uyanacaktı. Bisikletçi Haydar amca ile Devlet Su İşleri’nde memur olan Hanife teyzenin işe gidiş saatleriydi. Altı katlı apartmanın dördüncü katında oturuyorduk ve her katta iki dairenin olduğunu düşünürsek altı komşumuzla karşılaşma oranım çok yüksekti. Hızlı olmalıydım. Koşmak için tam harekete geçecektim ki Ayşe teyzenin kapısı açıldı. Uzunca boyu hafif kısalmış, iğne oyası tülbentinin arasından beyazlamış saçlarıgözüküyordu. Sivri burnu iyice ortaya çıkmış, ince dudaklarını kapatıyordu. Bir anlığına göz göze geldik. Sonra benim için ördüğü mavi kazağa baktığını fark ettim. Farkında olmadan kazağa dokundum. Yapabileceğim tek şey buydu sanki. Son bir cesaretle birbirimize baktık. Kapkara gözleri dolmuştu. Gülümser gibi yaptı ve kapıyı sakince kapattı. Üç sene sonra ilk defa görmüştüm onu. 

Ayşe teyzeyi saymazsam kimseyle karşılaşmadan çıkmıştım apartmandan. Yağmur sonrası toprak kokusunun kardeşidir sabah kokusu. Herkes uyanıp kirletmeden içime çekmeliyim doğanın o muhteşem aromasını. Pencerenin öbür tarafında soluduğum hava beni canlı tutmaya yetmiyormuş meğer. Buralarda neredeyse her apartmanın bir bahçesi vardır. Ve her bahçede de kokuları bozulmamış, mis kokulu çiçekler. En güzeli de yasemin kokusu. En güzel yaseminler de bizim üç apartman ötemizdeki üç katlı müstakil eve ait. Yanından geçerken keskin yasemin kokusu sarhoş ediyor beni. Çocukluğumda neden bilmem en çok bu evin önünde oyun oynamayı severdim. Saklambaç, yakan top, futbol maçıyaptığımız, kovboyculuk oynadığımız, acıkınca eve gitmemek için, “Anne bana salçalı ekmek yapıp sepete koysana!” diye mahalleyi çınlattığımız bu sokak, şimdi başka bir sokak sanki. Artık gözüme ne kadar da küçük ve tekinsiz görünüyor. İçi insanlarla dolu bu küçük evlerin arasından yürüyorum çıt çıt amcayı bulma umuduyla. Sesi uzaktan belli belirsiz gelse de yola çıkış amacım belli. Mayın tarlasının ortasında mantıktan uzak, saf ve katıksız bir cesaretle yürüyorum. 

Bizim mahalleyle çarşıyı bağlayan sokağa giriyorum. Kalbim ağzımda sanki. Sokağın bitiminde Saniyeler’in altı ay önce taşındıkları,dünyanın en güzel yeşiline boyanmış, iki katlı, koca balkonlu, ağaçlarla çevrili evlerini görüyorum uzaktan. Annem, eve dönüşümde arabanın içinden göstermişti, bak Saniyeler’in yeni evi diye. O zaman belki Saniye’yi görürüm diye,  midem bulanıyor bahanesiyle babamdan arabayıyavaş sürmesini istemiştim. Ama ağaçlardan kimseyi görememiştim. Belli mi olur, belki gösterir bu kez yüzünü. Ona bu kadar çok kırgınken, yine de kırgın olamamak, onu anlamakla anlamamak arasında gidip gelmek neyin belirtisi acaba? Halbuki ikimizin de hayalleri vardı. Saniye anaokulu öğretmeni olmak, sonra da evlenip bir sürü çocuk doğurmak istiyordu. Ona sürekli, “Annen gibi mi olmak istiyorsun, dışarıyı hiç merak etmiyor musun?” derdim. O da, “Aradığım her şey burada var. Hem annemin nesi var ki!” diye söylenip, bana içerlerdi. Bense sevdiğimi zannettiğim ama aslında bir türlü ait olamadığımı içten içe bildiğim bu güzelim kasabadan, üniversiteyi mutlaka kazanmam gerektiğinin bilinciyle gitmek istiyordum. Bir şeyler arıyor, merak ediyor, eksik olan şeyi bulmak istiyordum. Şimdi düşünüyorum da, hayalleri bile farklı olan bu iki arkadaşı bir arada tutan neydi? Bunu hiçbir zaman anlayamayacağım galiba.  

Babamın üniversiteye başlarken, sakın olaylara karışma, geçmişte yeterince acı çektik, okulunu bir an önce bitir dön telkinlerine rağmen, daha ilk yılda başımı belaya sokmuştum bile. Evet, birçok şeyin farkında olmama rağmen, o küçük kasabanın üstünün örtüldüğünü fark ettim. Aidiyet hissetmediğim bu kasabanın üzerindeki örtüyü kaldırmak istedim. Ülkenin başka başka yerlerinde başka başka hayatlar, acılar var. Bunları görün, duyun istedim. Derken kendimi içeride buldum. Sonrası  gazetelerde çıkan boy boy fotoğraflar ve altında bana ait olmayan hikâyeler. Böylesi kolaymış çünkü. Çocukluk arkadaşım, sen de kolayı seçmişsin herkes gibi. 

Saniye’nin evine 100 metre kala tanıdık bir sesle irkildim. “Mahallemizin kızı dedik, hain çıktı. Soyu sopu bozuk, orospu kancık.” 

Başka bir tanıdık ses duydum:

“Defolup gitmezseniz, biz göndermesini biliriz, o evinizi başınıza yıkarız.”

Başka başka tanıdık sesler:

“Hem hainlik et, cezaevi yat, hem de utanmadan geri dön. Yok böyle memleket. Kuyruklu… Aç bakayım kıçını kuyruğun var mı?”

Bunlar kimdi? 

Bunlar neydi?

Doğup büyüdüğüm, milyonlarca kez hoplayıp zıplayarak geçtiğim bu sokaklara ait olmamak. Aslında hep bildiğim ama görmek istemediğim bir yüzleşmeyi yaşamak. Bir sürü tanıdık uğultu arasında kıpırdamadan durup, yüzlerine bakmadan seslerini beynime kazımak. Dışlanmanın ve nefretin adının ben olduğunu anlamak. Çelimsiz bedenimden beklenmedik gür bir sesle, “Ahmet, Yusuf, Ali amca, Orhan abi, yeter artık, gelin, daha çok kusun öfkenizi. Korkmuyorum sizden!” diye haykırdığımı hatırlıyorum. Sanki hayatları boyunca biriktirdikleri öfkeyi bana kusuyorlardı. Tiksiniyorlardı ellerinde büyüyen mahallenin kızından. Vücuduma inen her darbe anılarımı, çocukluğumu, geçmişimi siliyordu sanki. Kimse öğretmemiş miydi onlara sevgiyi?

Saniye’nin, “Yapmayın, bırakın, yapmayın noolur!” diyen çığlığını duyuyorum, belli belirsiz. Vazgeçmemişti çocukluk arkadaşından. Saniye, acılı ekşili soğan dolması için gelmişti sanki.