KIRMIZI TUŞ

Uzun zaman olmuştu onları görmeyeli. Bugün de sanki bok vardı, toplantının ortasında aklıma geldiler. Ne güzel de kaçtım kurtuldum o hayvanat bahçesinden. Arkamdan halalarım neler dedi acaba? ‘Biliyorduk, o biraz şeeeeeeydi zaten’ diye başlayan cümleleri kulaklarımda çınlıyor hala. Soğuk yüzüme yüzüme vururken eve en hızlı nasıl giderim diye çabalayacağıma, durmuş,burada onları düşünüyorum. Of! Unutma, özleme, acıma! Onlar sana acımadı. Sen gittikten sonra aramadılar bile, yok saydılar seni, öldü dediler arkandan.Çok da önemli değildin onlar için.

    Ne demişti şu psikolog kadın, ‘Size sıkıntı veren düşüncelerden kaçının ve başka düşüncelere odaklanın.’ Bunlara değil de şu arabanın rengine odaklanmalıyım, belki kuzuları bile sayarım. Hatta hızla yürüyüp adımlarımı saymalıyım. Hem onlara yer kalmaz zihnimde. Ne kadar çabuk eve vardım. 371. adımda evimdeyim. Telefonun kırmızı ışığı yanıp sönüyor, cep telefonu icat edildi, hala ev telefonunu kim kullanıyordu acaba? Soğuktan tutmayan ellerimi ısıttıktan sonra dinlerim arayanları diye geçiriyorum içimden. Ama tuşun kırmızı ışığı gözüme öyle bir vuruyor ki. Ambulansları hatırlatıyor bana, bastım işte tuş, dinliyorum seni rahatla artık. Tam tahmin ettiğim gibi gereksiz birkaç arama, başında durup dinlemeye değmez bile. Üçüncü mesaja geldiğinde askıllı tişörtümü üstüme geçirmiştim bile. O tanıdık sesle irkildim bir anda. Uzun zamandır kimse bana ‘kızım’ dememişti. Annemin sesiydi bu yıllardır duymadığım sesi hiç değişmemişti hala aynı kederli tını vardı. ‘Olanları engelleyemediğim için özür dilerim’ diyordu. ‘Seni bulamadığım, yanına gelemediğim, sana sahip çıkamadığım için özür dilerim kızım.’ Anneme dokunacakmış gibi hamle ettim telefona, mesaj bitmeden yakalarsam anneme kavuşacaktım sanki ya da olacakları hissetmiş de annemi durdurmak ister gibiydim. Ama biliyordum ne kadar koşarsam koşayım anneme yetişemeyecektim artık. Annem özürlerini dileyip vicdanını bir nebze de olsa hafiflettikten sonra, istemeyerek de olsa benim omuzlarıma koca bir yük bindirip gitmişti. Babamın beni öldürmekle tehdit ettiği silahıyla vurmuştu kendini. Evet, görmemiştim ama duymuştum olanları.

   İyi ki Gece evde değildi, öldü sandığı anneannesinin varlığını duymak ve tekrar ölümüne kulak vermek onu çok yaralardı. İçimin yangını öyle büyüktü ki kendimi dışarı zor attım. Bu soğuk hava anca dindirdi yangımı. Az önce hızlı hızlı yürüdüğüm yolu, bu sefer adımlarımı sayarak değil de yaşananların zihnime dolmasına izin vererek yürüyordum.

 Olanları hatırlamak, onlara izin vermek hala benim için fazlasıyla zor. Onca terapi, destek onları unutmama hiç yardımcı olmadı, yaşadıklarımı sindiremedim de sadece kabullendim diyelim. Bazen sıcak bir aile filmi izlediğimde, onları hiç özlemediğim kadar çok özlüyorum. Yalnız kaldığımda, üzüldüğümde annemin omzunu istiyorum. Desteğe ihtiyacım olduğunda keşke babam olsaydı diyorum. Ama biliyorum benim özlediğim onlar değil, aile kavramı. Ben hayali ailemi özlüyorum. Yoksa hepsi booook gibi insanlardı (annecim sen hep farklıydın, olanlar senin suçun değildi biliyorum) onları tanıyan hiç kimse bunun aksini söyleyemez herhalde. Şimdi gelelim asıl zor meseleye, kanayan yaraya. Çok küçükken babaannem, dişlerimle ısırıp kanattığım dudaklarıma tuz basardı. İyice sızlardı ama iyileşirdi o yara. Ne dersiniz ben de bugün yarama tuzu boca etsem iyileşir mi? 

   Daha 13-14 yaşlarındaydım ergenliğe yeni girmiştim. Kadın olmak nasıl bir hissmiş, regl olmak neymiş ,çocuk nasıl yapılırmış, her şeyi daha yeni yeni öğreniyordum. Amcamın tecavüzü sonrası hamile kaldığımı bile anlamamıştım. Yaşadığım şeyi kime nasıl anlatacağımı bile bilmiyordum, sadece dua edebiliyordum. Allahım! N’olur bir daha yapmasın n’olur olmasın diye her gece yalvarırdım. Halalarım anladı regl olmadığımı, bir iki bulantı da oldu mu tamam işte bu orospuu yatmışdır birinin altına diye konuşmaya başladılar hemen. Hem de nasıl konuşmak, orda burada her yerde kimi görseler beni anlattılar. Babamın kulağına gitmesi de zor olmadı tabiii ki, okuldan dönüyordum bir gün. Taa dış kapıdan duyuluyordu annemin ağlayışı. Ellerim titreyerek açtım kapıyı. Salona gitmek ilk defa o kadar uzun sürmüştü, o kısacık yolu saatlerce yürümüş gibi yorgundum. Babam beni bekliyordu salonda, elinde o meşhur silahıyla. Adımımı attığım an ‘Oroospu söyle piçin kimden?’ diye saldırmaya başladı. Beni daha önceleri de döverdi, hiçbiri o gün o salonda yediğim dayak kadar acıtmadı canımı. Tekmelerini cömertçe savururken en çok da karnımı hedef alıyordu, ikimizin de ölmesi için beddualar ediyordu. Beni öldürmek zorunda kalıp da günaha girer diye kaçmama izin verdi. Aslında ona kalsa ben temizlenmesi gereken bir pisliktim ama cesaret edemiyordu öldürmeye, ahireti riske girerdi mazallah. O gün ben de bebeğim de babamın sandığından dirençli çıktık.  Gece, o pislikten taşıdığım bir parça değildi de benim yoldaşımdı sanki. Biz el ele kaçtık o hayvanat bahçesinden.

Berbat anılar tüm berraklığıyla zihnime dolarken onları teker teker yok etmeye karar verdim. Anka kuşu gibi küllerinden doğma zamanı gelmiş, geçiyordu bile.