BOŞ TENCERE

Ona kaç kere gitme dedik. Babam nasıl da yalvardı, kal sana bir klinik açarız, burada yaparsın işini. İhtiyacın mı var sanki paraya. Ama neymiş, gitmeliymiş, çocuklar varmış, kadınlar varmış orda. Hipokrat yemini etmiş çünkü. Annem haklı sanırım, o arkadaşı bozdu onu.

Babam git bir bak ne yapıyor diye göndermeseydi, ne işim olurdu burada. Aksilik ya arabanın da bozulacağı tuttu. Şimdi beklemek zorundayım.

Burası ne biçim bir yer Tanrım! 

Antalya’da bile yok böyle bir sıcak. Nefes alamıyorum, insanın burun deliklerinin içi kurur mu? İyi ki güneş kremimi almışım.

Bir an önce kliması olan bir lokanta bulmalıyım. Karnım gurulduyor. Hiç umudum yok ama bir şeyler yemeliyim.

Offf ne kadar da çok çocuk var sokakta. İki gruba ayrılmışlar. Kızlı erkekli ellerinde sopaya benzer bir şeylerle savaşıyorlar. Bir grup ses çıkarıyor, diğer grup da yere yatıp yuvarlanıyor. Sanki bir şeylerden saklanıyorlar. Anlamadığım bir dilde oluyor bunların hepsi. Ne kadar da sefiller. Kaşı patlamış bir çocuk, “Yade yade!” diye bir kadına koşuyor. En ufak bir endişe yok kadının yüzünde. Benim yaşadığım yerde olsa hastaneye götürürlerdi çocuğu. Körebe, saklambaç, ip atlama bilmiyorlar mı bunlar? Etrafa rahatsızlık veren, oynamayı bilmeyen, eğitimsiz,  çocuk sürüsü… 

Sonra birden bütün bakışların üzerimde olduğunu ve aralarında konuşup beni işaret ettiklerini fark ediyorum. Sıcaktan yanmış, darmadağınık bir kafa, toprak ve terden çamura dönmüş bir yüz ve hayatımda gördüğüm en güzel yeşil gözler bana doğru yaklaşıyor. Tanrım peynirli cheetos, poşet ve kokmuş çorap karışımı bir koku… Midemden yukarı doğru bir sıvının çıktığını hissediyorum. Tutuyorum kendimi. Kaçmak istiyorum.

“Buralarda bir lokanta var mı?”

“Lokanta mı? O ne ki? Yeniyo mu?”

Gözüm seyiriyor. Nasıl da kokuyor nefesi… 

“Hayır, yemek yeniyor orada. Hiç mi gitmedin?”

“Yok. Ben bilmiyom öyle bi yer. Ben evde yiyom yemek. Anam çok güzel yemek yapar. Gel evime orda ye yemek.”

Iyyy ne işim var, bu iğrenç kokan tanımadığım çocuğun evinde. Çocuk böyle kokuyorsa evi nasıldır kim bilir. Aç kalırım daha iyi.

Etrafımdaki kalabalıkla birlikte koku da artmaya başlıyor. Sinek gibi üzerime üşüşüyorlar. Niye buradaymışım? Niye gelmişim? Kimmişim? Kayıp mı olmuşum? 

Yeşil gözlü kız, o kuş tırnağı gibi eğri, içi kömür gibi olmuş tırnaklarıyla dokunuyor kolumdaki boncuklara.

“Ne güzelmiş.”

Aman Allah’ım ne kadar da sert elleri. Kaçmak istiyorum. Ya babam? Ya Leyla?

Yok artık. Koca bir bok yığını, başında bir kadın ve dayanılmaz bir koku. Ciğerimde hissediyorum. “Tezek onlar,” diyor bir ses. Yeşil gözlü kız… Meğer takip etmiş beni buraya kadar. Ne kadar yürüdüysem artık.

“Ne kadar çok bok, o kadar sıcak,” diye ekliyor.

“Çok kıymetli hayvan boku. Havalar soğumadan bu bokları biriktirir, kurutur, kışın sobada yakarız. Babamla abim fındığa gittiler. Belki bu kış kömür alırız.”

Kadının elindeki boklar puding kıvamında, vıcık vıcık. Parmaklarının arasından yere doğru sümük gibi akıyor. Aceleyle toplayıp elinde yuvarlıyor. Sonra onları kalıp gibi bir şeyin içine koyup şekil verip kenara diziyor. O içinde beyaz beyaz oynayan şeyler de ne? Onlarca, yüzlerce kurt… Tanrım aklımı koru! Sanki cevizli kek yapıyor. Hele bir döneyim, memleketimin toprağını öpeceğim.

“Niye takip ediyorsun beni? Hem okulunuz yok mu sizin? Niye sokaktasınız?”

“Var, olmaz mı? Ama okula asker gidiyor.”

“Anlamadım?”

“Bilmem ki,” diyerek başını öne eğiyor.

“Hem o sokakta oynadığınız oyun ne kadar tehlikeli. Daha güzel oyunlar var.”

“Haa, o mu? Mermilerden kaçmaca, düşman kovalamaca…”

Nece konuşuyor bu? Ne demek istiyor?

“Adın ne senin?”

“Berivan.”

“Aaaaa Sibel Can’ın söylediği şu şarkı, dağ çiçeği.”

“Yok abla. Ne çiçeği? Süt sağan kadın demek.”

Süt mü? Kadın mı?

Birden o koca gözlerini açarak panikle:

“Abla abla, gitmek zorundayız. Hava kararıyor. Yasak başlayacak. Dışarıda kalamazsın. Anam beni öldürecek…”

“Ne yasağı?”

“Sokağa çıkma yasağı.”

“Ne demek bu? Neden yasak olsun ki sokağa çıkmak?”

“Bence de sokağa çıkma yasağı yasak olsa keşke.”

Anlayamıyorum ama bedenim bu gerçek ya da hayal mahsulü korkuyu garip bir şekilde hissediyor. Beni o çatlamış iğrenç elleriyle çekiştirmesine izin veriyorum nedensizce.

Yaşlı bir adam elindeki bastonuyla, “Zu,” diye bağırıyor. Bir kadın ağlayan, içeri girmek istemeyen çocuğunu zorla eve doğru sürüklüyor. Kedi, köpek, eşek sesleri birbirine karışmış. 

“Aha geldik, yetiştik,” diyor heyecanla yeşil gözlü kız..

Derme çatma bir evin önünde iki kişi, ayakta kurumuş ağaç gibi duruyor. Gözleri sönmüş, bakışları donuk, duruşları tedirgin. 

“Dedem ve anam,” diyor.

“İyi ki geldin. Yoksa anam öldürmüştü beni.”

Sonra bir şeyler söylüyor yine anlamadığım dilde.

Kadın aşırı, gereksiz bir ilgiyle içeri buyur ediyor beni. Tanımadan bilmeden…

Nasıl geldiğimi anlamadığım bu evde ne işim var? Kim bunlar? 

Çocuk sesleri bir yabancıyı görünce duruyor. Her biri avludaki tavuklar gibi bir yana kaçışıyor. 

Temizlik bezi bile yapamayacağımız paçavralarını astıkları ipin altından eğilerek geçiyoruz. Ortada bir kuyu, anlamadığım kubbe gibi bir şey ve sidik kokulu dört duvarı olan bir yıkıntı… 

Avlunun etrafına dizilmiş sıra sıra odalardan birine giriyoruz. Yerde yatan yaşlı bir kadın. Hastalık kokusu, ilaç kokusu, ter kokusu… Bana bulaşır mı acaba? Buraya ev demeye dilim varmıyor. Televizyonu saymazsak sıfır mobilya. İncecik, rengi solmuş, kenarları yırtılmış, kilime benzer bir şeyin etrafını çeviren yastıklardan başka bir şey yok. Odanın rengi bile kirli. 

Nasıl oturacağım bu pis yerde? Hem ayaklarım uyuşur benim. Hâlâ gidebilirim aslında. Ama nereye? Kapının ağzında bekleşen çocukların gülme sesleriyle irkiliyorum. Onlara bakınca utanıp kaçıyorlar. Yeşil gözlü kız, “Kardeşlerim,” diyor. 

“Üç tane de abim, bir ablam daha var. Onlar babamla fındıkta. Nenem hastalanınca anam gidemedi. Biz de kaldık tabii anamla.”

Sayamıyorum. Üç abi, bir abla, yeşil gözlü kız, kapıda da dört çocuk… Dokuz çocuk mu? 

Kadın bir tepsiyle içeri giriyor. 

“Açsındır, buyur. Fazla bir şey yok ama ekmeği yeni yaptım, sıcak sıcak ye…”

“Yok istemem, aç değilim,” desem de boşuna. Bu kokuyla nasıl yiyeceğim bu yemeği?

Sulu patates içinde birkaç parça tavuk eti, bulgur pilavı, yoğurt ve ekmek.

Sefillik, patatesin içindeki birkaç parça tavuk eti. Misafir önüne konulan yemeğe bak.

Kapıda gördüğüm yaşlı adam ve çocuklar içeri girip tam karşıma oturuyor. 

“Siz yemiyor musunuz?”

“Biz yedik,” diyor yaşlı adam, yanındaki çocuğu çekiştirerek.

Offf ayaklarım uyuştu şimdiden. Popom ağrıdı bu taş gibi yerden. Sıcak ama üşüteceğim sanırım.

“Alışkın değilsin tabii,” diyor yeşil gözlü kız sırtındaki minderi altıma doğru uzatarak.

“Otur buraya, daha rahat edersin.”

Kabul ediyorum çaresizce. Evet, sanırım daha iyiyim.

Sıra sıra dizilmiş beni seyreden bunca insanın karşısında yemek zorunda olduğum bir yemek ve kusmak üzere olan ben… Ekmekten bir parça koparıp kaşığın ucuyla yoğurdu alıyorum. Ekmek sıcak. Yoğurdun tadı da hayret edilecek derecede güzel. 

Ellerimi yıkamam ve lavaboya gitmem gerektiğini yeşil gözlü kıza söylediğimde, sidik kokulu dört duvarı olan yıkıntıya gidiyoruz. Offff tezekten sonra duyduğum en korkunç koku bu! İki taş ve ortasında bir delik. Sineklerden bahsetmiyorum bile. Ben şaşkın, annesi ise, “Veleet,” diyerek acır gözlerle bana bakıyor. Küçük kız nasıl yapmam gerektiğini bana göstererek uzaklaşıyor oradan. 

“Abla ellerin ne güzel, bembeyaz. Hele saçların, ipek sanki. Tıpkı Zeynep Öğretmen gibi.”

Şaşmamak lazım tabii. Acaba kaç ay önce yıkadın şu keçeleşmiş, koyun yünü gibi saçlarını. Çok yaklaşmamak lazım kesin bitlidir bunlar. 

Bu sohbet iyice samimileşmeden kaçmak istiyorum. 

İçeri girerken yan oda…

Dört çocuk…

Yaşlı adam…

Beğenmeyip yemediğim tavuklu patates…

Boş tencere…

Tavuklu patates, boş tencere…

Dışarı atıyorum kendimi. Neden kaçıyorum? Tüm çıplaklığıyla karşımda duran gerçekten mi? Hissettiğim gerçekten bir üzüntü mü yoksa çaresiz olduğum için bir mecburiyet mi? Hissettiğim tek şey utanç.

Kaldığım ev bir koçerin eviymiş. Koçerler hayvancılık yapıp göçebe olarak dağlarda yaşarlarmış. Sonra asker kalamazsınız burada deyince, alıştıkları dağlardan ovalara inmişler. Bu korkunç hikâyeyi damda o muhteşem yıldızların altında yatarken yeşil gözlü kızdan dinlemek acımasızca. Yeşil gözlü kızın yüzü, evdeki o yaşlı amcayla aynı.

Birden kulakları sağır eden bir ses ve yeşil gözlü kızın elleri… Sımsıkı tutuyor ellerimi.

“Korkma. F-16 bunlar.”

“Sen korkmuyor musun?”

“Korkuyorum.”

Ne Berivan’ın sert ellerini hissediyorum ne de kokusunu duyuyorum. Duyduğum tek şey benim kokum. Midemin içindeki o acı suyu çıkarana dek kusuyorum.

Kusuyorum, kusuyorum, bu iğrenç kokan kağıda.