GASSAL

Sigarasından son bir nefes çektikten sonra filtreyi çakıllı yola doğru fırlattı. Boğazında biriken balgamı vücudundan atmak istiyordu. Sağa sola baktı, kimsenin olmadığına emin olduktan sonra genzinden hırıltıyla karışık sesler çıkarmaya başladı. Ağız yoluyla çıkardığı varlığı, yolda boylu boyunca bıraktıktan sonra ayağını sürüyerek, gıcırdayan beyaz plastik kapıdan içeri girdi. Sürüklenmenin etkisiyle, toz zerreleri kendilerini havaya savuruyor, adamın arkasından kirli bulutçuklar oluşturuyordu. Köy geneline göre orta boylu, yer yer kelleşmiş adam yavaş yavaş, buzdolabı soğukluğunda, krem rengi duvarları bakımsızlıktan sararmış, tavanının kenarları küflenmiş, mermer taş levha ve hortumlu musluktan oluşan bir odaya girdi. Kirle kaplanmış patlak ayakkabılarını ve solmuş siyah çoraplarını çıkarıp lacivert lastik terliklerini giydi.

 Uzun saatler kaldığında iç sıkıntısı yaratan bu rutubetli odayı, rahat hissedebileceği bir yere çevirmişti. Kapı girişinden bakıldığında sağda kalan duvara Müslüm Gürses posteri, kapının iç tarafa bakan yüzüne ise yerel gazete ekinden yıllar önce çıkan Eyfel Kulesi’nin küçük bir posterini asmıştı. Hava aydınlanmış, güneş yükseliyordu. Kara sineklerin sesi, ince camlı, bodur ve enine geniş pencereden içeri doluyordu. Her bir sineğin canları pahasına içeriye girmeye çalışması ona tuhaf gelir, fazla küçük vücutlarını cama “tak” diye vurduklarında içi bir tuhaf olurdu. Odanın ölümle alıp veremediği bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Frekansın köyde az çekmesinden dolayı radyo bir aşk şarkısını tatlı tatlı çalamıyordu. Küçük kutu gürültü kusuyordu sanki.

Çoğu insanın beş dakika dayanamayacağı bu ortam, adamın evi sayılırdı. İşinin olmadığı günler bile -ki böyle bir durum sık yaşanmıyordu, büyük bir köy olduğundan genelde ölen de fazla oluyordu- bir saatliğine uğrar, temizlik yapardı. Karşı taş evdekilerin uyandığını çocuk çığlıklarından ve karşılığında annesinin çocuğa attığı şaplak seslerinden anlayabiliyordu.

Kaç senedir gasilhanede olduğunu bilmediği bu emektar taşın üstünde, bugün genç bir adam yatıyordu. Gözü, gencin siyah kuzguni saçlarına takılmıştı. Bu kadar sağlıklı durmasını nasıl sağlayabildiğini düşünürken, nasırlı büyük ellerini tepesi açılmış seyrek saçlarına götürdü. Gencin tenine korkakça dokundu. Köyde daha önce hiç görmemişti onu. “Belki Haydar Ağa’nın gurbetteki oğullarından biridir,” diye düşündü. Genç, mermerin üstünde diğerlerinin aksine güzel bir surat ifadesiyle duruyordu. Merhumun üstüne örttüğü beyaz örtüyü akşam çamaşır suyuna koyması gerektiğini kendine hatırlattı. Lastik terliklerinin “gırç gırç” sesleriyle musluğa gidip soğuk suyu açtı. Canı yine sigara istemişti. Ciğeri parçalanırcasına bir öksürük patlattı. Boğazı acımış, suratı buruşmuştu. Hortumdan akan su sanki odayı daha da soğutmuştu.

Cızırdayan radyo iyice sinirlerini bozmuştu. Radyoyu hızla kavradı ve odanın içinde frekansın düzgünce çekebileceği bir yer aramaya başladı. Kutuyu yukarı kaldırarak bir sağa bir sola dolandı ve en son mermerin yanında düzgün çaldığını duyunca biraz bekledi. İçi rahatlamıştı, Cem Karaca’yı yanındaymış gibi  duyabiliyordu artık. Şarkının huzuru içinde beklenmedik bir şey oldu. Sakin odanın içinde birden bir gürültü yankılandı. İlk önce bir boğulma, ardından da hıçkırıkla karışık bir nefes darlığını andıran bir ses…

Soluk almaya aniden karar veren bu genç vücut, mermerden kalkmaya çalışırcasına hareket etmişti. Vücut kasılmalarıyla sesin birleşimi, odada tam anlamıyla bir korku filmi atmosferi yaratmıştı. Camdaki sinekler vızırdanarak uçmuyor da içeride olanları dinliyordu sanki. Adamın kulakları sağır eden kalp atışları, mantıklı düşüncelerini susturmuştu  Neden o kadar sesli uyanmıştı ki ? Onu böyle tanımamış olmayı dilerdi. Belki kahvehanede aynı anda bulunmuşlardı ya da berberde. Hatırlamıyordu ama. Gençle tek anısı bu odadaydı.

Onu öldürmemeyi dilerdi ama içindeki panik eylemlerine yansımıştı. Şu an mermerin üstünde başı yarılmış, koyu kıvamlı sıcak sıvı, güzel yüzüne dokunup yere damlıyordu. Cem Karaca artık odada değildi. Çocuğun gözleri açık, boynu sol omzuna düşmüş bir şekilde yatıyordu.

Adamın yüzündeki dehşet ifadesi ağır ağır silindi. Radyoyu sakin bir şekilde eski yerine bıraktı. Ucuz sigara paketinden bir dalı, titreyen eline aldıktan sonra derin bir nefes aldı, Müslüm’e bakıp aynı sakinlikte geri verdi. Terliklerin sesine daha fazla dayanamayacağını anlayıp gıcırdayan işkence aletini ıslak zemine fırlattı.

Yalınayak,  soğuk, çizgileri kirle kaplanmış karolara basarak dışarı çıktı. Güneşin ısısı ona iyi gelmiş, yokuşun başındaki çeşmeye gidip etraftaki tek tük ağaçları soğuk su eşliğinde izlemek istemişti. Sigarasını yaktığında gözleri ayaklarına sabitlenmiş, ıslak ayaklarının geride bıraktığı izleri sonradan fark etmişti. Oradan da köyün çarşısından geçerek eve giderim diye düşündü ama ilk önce içerideki kanları silip, gencin kafasındaki yarığı bir şekilde gizlemeliydi ve genci yıkayıp defin için hazırlamalıydı. Ciğerlerindeki dumanı geri üflerken kısık gözlerle güneşe baktı ve artık filtreyi çakıllı yola fırlattı.