Yolsuzlar

(Mahir Öztaş’ın Korku Oyunu adlı öyküsünün girişinden esinle yazılmıştır)

Bir zamanlar, ne tuhaf, sokaklarda sanki dehşetin kol gezdiği o dönemin tedirginliğine bir tür alıştırma olsun diye, kapalı mekanlarda korku oyunu oynardık. Bellekte çoğu kez geçmişin hoş yanları kaldığı için yaşanan dehşeti aradan bunca zaman geçtikten sonra anlatmanın güç olacağını biliyorum.

Beş kişi baharın ilk günlerinden birinde geldiler köye, çok net hatırlıyorum. Babamla evimizin iki sokak ilerisinde, ulu çınarların yanındaki çeşmeden su almaya gitmiştik. Gelenler köyün yakınlarındaki  5. ya da 6. Bölge’dendi. Onları etrafa attıkları aşağılayıcı bakışlardan hemen tanıyabiliyorduk. İndikleri siyah arabaya gözüm takılmıştı. İlk kez Bölge’nin araçlarıyla karşılaşıyordum ve büyüklükleri beni korkuturken, aynı anda büyülüyordu da.

On iki yaşımın verdiği fazla merakla siyah, başkası giyse çuval gibi duracağına inandığım şalvarımsı bol giysiler giymiş adamları izlemeye başlamıştım. Hiçbir köylüyle  göz teması kurmayan adamlar, şefimizin evine doğru acelesizce ilerlediler. İçlerinden birinin karşıdan gelen yaşlı peynir satıcısına tiksinir gibi baktığını gördüm. Yüz ifadesini hiç bozmadan, aynı iğrenmeyle yanında duran arkadaşına -tabii bu insanlar arkadaşlar mı o da şüpheliydi- eğilerek, “Yolsuz bunağa bak,” dedi. Bu kelimeyi daha önce duymuştum. Babam kendi ürettiği şarabı arkadaşlarıyla keyifle yudumlarken, bize edilen hakaret ve küfürleri yüzü kızarana kadar tartışırdı. Saman kafalılar, çamur hayvanları, bok böcekleri, sizin beyninize sıçayım gibi varyasyonları vardı bize söylenenlerin. Verandaya yansıyan güneş beş adamın da arkasına vuruyor, önlerine koca koca gölgeler düşürüyordu.

Şef Ze kapıyı açtı, şaşkınlığını gizleyemeden tutuk bir şekilde adamların elini teker teker sıktı ve konuşmaya başladı. Babamın dürtüklemesi ve “Hadi!” demesiyle gözlerimi oradan uzaklaştırdım. Yerdeki su dolu kovaları yüklenerek  evimize doğru yola koyulduk.

O günden sonra Ze’yi pek gören olmadı. Yayılan dedikodular da, tehdit edildiği yönündeydi. Babamın düşünceli hali beni endişelendirmeye başlamıştı. Hayat enerjisiyle dolu o adam günden güne değişmişti. Babamı her gördüğümde daha da karamsarlaştığını fark ediyordum ve bu beni çok korkutuyordu. Fakat o günlerde beni korkutan başka şeyler de vardı.

Her akşam Susam’ın kulübesinde bütün arkadaşlar toplanırdık. Bu toplanmalar eğlence adınaydı, tabii yersen. Küçük köyümüzde bir söylenti dolaşmaya başlamıştı; ulu çınarların ötesinde bir cadı peyda olmuş, köydeki küçük kızları kaçırmaya başlamıştı. Susam’ın annesinin söylediğine göre, iki kız kaçırılmıştı beş mahalle ötemizde. Ellerimin titrediğini fark etmiştim fakat korktuğumu kimseye belli etmemeye çalıştım. Gözlerim dolmuş, annemin yanında olmak istediğim için kendime kızmıştım. Ben zayıf bir kız değildim, korkmamam gerekiyordu. Susam’ın ise aklına parlak ve herkes tarafından beğenilecek bir fikir gelmişti. Kendinden emin ve bilmiş bir tavırla sağa sola baktı ve birden  fikrini ortaya bıraktı, “Hadi cadı-çocuk oyunu oynayalım.” Fikri beğenmemiştim tabii ki ama mızıkçılık da yapamazdım. Çok beğenmişçesine kafamı sallayıp, onaylayıcı sesler çıkardım, diğer çocuklar da aynı hareketleri tekrarlamışlardı.

Bulut ilk cadımız olmaya gönüllü oldu. Hepimiz birer kız çocuğu olarak kulübenin içine canımız pahasına saklanmaya başladık. Bulut yüze kadar sayıyordu ve o yüze yaklaştıkça benim de heyecandan çişim geliyordu. Üst kattaki mutfağın en köşedeki  dolabına saklanmış, hatta dolabın dibine sokulmuştum. “Beni bulmaları bayağı uzun sürer,” diye içimden geçirdim birkaç kez. Çişimin daha da geldiğini hissediyor, kalbimin küt kütleri eşliğinde yerimde sallanıyor ve kasıklarımdan baskı uygulayarak mesanemi sıkıştırmaya çalışıyordum. Duyabildiğim tek ses ise borudan gelen, tek düze damlayan suyun sesiydi. Bunun fırtına öncesi sessizlik olduğunu biliyordum; uzun süre boyunca bu sessizlikte bekledim, durdum. Aniden açılan kapağın ve Bulut’un beni kalpten götürmek için çıkarttığı sesleri birbirine karıştı ve bende onlarla birlikte bir çığlık patlattım. Patlayan tek şey çığlığım değildi tabii. Bulut’un yüzüne yayılan zafer sırıtması daha sonra kahkaya dönüştüğünde, kasıklarımdaki sıcaklığın sebebini tam olarak kavramıştım. Pis kahkahaları yararak kulübeden çıktım ve evime gittim.

Ben bu oyunu ne kadar sevmediysem, arkadaşlarım bir o kadar sevmişti. Bunu bir korku oyunu olmaktan çıkarıp kendimizi koruma ve saklanma becerilerimizi geliştirecek bir alıştırmaya dönüştürecektik fakat ben, o ilk korktuğum gece hiç uyuyamamıştım. Küçük kalbim hissetmişti; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Haklı olmamayı o kadar çok isterdim ki, size anlatamam. Gerçekten bir daha eskisi gibi olamadık. Ze’nin kayboluşunun otuz üçüncü, on beş kızın kayboluşunun ise yirmi altıncı günüydü. Aileleri bir ümit köyün meydanına kızlarının fotoğraflarını yapıştırmıştı. Bunlar “Aranıyor” ilanından çok birer yas ilanıydı. Cadı, hayatımızı fazlasıyla etkilemeye başlamıştı. Susam’ın evinde toplanmıyor, bu kadar hassas bir dönemde “cadı-çocuk” oyunu bile oynayamıyorduk. İlanların önünden geçmek bile gözlerimizin dolmasına sebep oluyor, korkunç bir şekilde, sıra kime gelecek diye düşünmeye başlıyorduk. Sadece on beş kızın değil bütün köy halkının evine ateş düşmüştü sanki. Her zaman sokaklarda, köyün az ilerisindeki çiftliğin dalmaçyalılarıyla oynayan biz çocuklar, sokağa çıkmak dahi istemiyorduk. Şen ruhumuz çok eski bir kitap sayfası gibi sararıp solmuştu. Dalmaçyalılar ise sadık dostlarının, çocukların hüznünü anlamışlardı. Her bir evin kapısında bir dalmaçyalı vardı, kötü gün dostları olduklarını ispatlamak istermişçesine, periyodik aralıklarla uluyarak acımıza eşlik ediyorlardı.

Yine bir öğle vakti sınır çitlerine geldiler. Annemle toprak ve yaprak yeşili tonlarının hakim olduğu mutfağımızda akşam için yemek hazırlıyorduk. Art arda gelen motor seslerini duyan annem bir şeyler olacağını sezmişti sanki. Yorgun bir şekilde soluk verdi. Sesin 5. Bölge araçlarından geldiğini tahmin etmek pek de zor değildi. Mermer suratlı adamlar çitlerden geçmeye çalışıp halkımız tarafından engellenince olanlar olmuştu. O koca adamlar ilk önce  köyün ileri gelenleriyle  konuşmaya çalıştılar, bizimkilerle tartıştılar, ittiler, kaktılar, dövdüler… Her şeyi kopma noktasına getiren ise, bu arbedede Bölgelilerden birinin itmesiyle kaldırıma takılıp kafasını yere çarpan sütçü olmuştu. Bu kadar kanı ilk o gün görmüştüm.

Babam nefes nefese kapıyı açtı ve annemi kolundan tutup doğruca içeri götürdü. Hiçbir şey düşünemiyordum; gözlerim dolmuştu fakat ağlayarak ailemi daha da korkutmak istemiyordum. Babam, yüzü ter içinde, burnundan hızlı hızlı soluyordu. Kafamı okşayıp bir şeyler dedi fakat ne kötüdür ki bir kelimesini bile hatırlamıyorum. O konuşmanın babamın benimle yapacağı son özel konuşma olduğunu bilseydim can kulağıyla dinlerdim, hatta kanat çırpan kuşları, yolda çığlık atan kadınları, uluyan köpekleri sustururdum. Sevgili babamın bana sarf ettiği son cümleleri ezberlerdim bile.

Evimizin arka kapısından hızlıca çıktık. Babam bizi kendinden emin tavırlarla ormanın içine götürüyordu. O da korkuyordu, biliyordum, fakat tıpkı bütün cesur babalar gibi bize belli etmiyordu. Ulu çınarların arasında kaybolduk, zik zaklar çizerek ilerliyorduk. Babam bir ağacın yanında durdu ve bizi ağacın altına gizlenmiş bir sığınağa yerleştirdi. Bir şey söylemeden annemle ikimize baktı, eğilerek alnını onunkine dayadı ve gözleri kapalı bir süre öyle durdular. Gözlerimden yaşlar damlıyordu. Biliyordum, biliyordum işte, kötü şeyler olacaktı. Annemi bir daha öpemeyecekmiş gibi sıkıca öptü, ki bu doğruydu. Bana baktı, yüzümü okşadı, alnımdan öptü, bir damla gözyaşı döktü ve oradan uzaklaştı. O günden sonra babamı bir daha görmedik.

Uzun bir bekleyiş oldu bizim için. Dışarıdan gelen kadın ve çocuk sesleri ağaç kovuğunda beklememizi daha da zorlaştırmıştı. Ağlamalar ve haykırışlar beklediğimiz her anı bir işkenceye çevirmiş, güvende olmanın verdiği vicdan azabıyla ağaç kovuğunda oturmuştuk. Bütün bu hengâme bittikten sonra dışarı çıkıp babamı bulmayı planlıyorduk fakat bekleyiş uzadıkça, çığlık seslerine farklı sesler de eklenmeye başlamıştı. Yanık kokusu ve is sarmıştı her yeri. Dışarıyı çevrelemiş acı ve duman kovuğumuza da dolmuştu. Annem bana ne kadar dirençli gözükmeye çalışsa da yüzünün kırmızılığı, ellerinin teri ve tırnaklarıyla parmağının kenarlarını yolmasıyla ne kadar dehşet içinde olduğunu anlayabiliyordum. Yakınımızdan duyulan yalvarma sesleriyle annem daha da deliye dönmüş, benden hiçbir şey saklayamaz olmuştu. Sessiz sessiz ağlamaları daha da şiddetlenmişti. Bense hâlâ şoktan çıkamamıştım. Dışarıdan gören olsa beni taş kalplilikle suçlayabilirdi ama içimdeki tarifsiz duyguları nasıl dışavuracağımı bilmiyordum. On iki yaşındaki bir çocuk köyüne yapılan saldırıda, babası ve annesinin ölmesi karşısında nasıl bir tepki verir bilmiyordu.

Yangın yavaş yavaş diğer ulu çınarlara sıçrıyordu. Duman, açık havada olmamıza rağmen bizi zehirleyecek kıvama gelmişti. Ciğerim yırtılırcasına öksürürken annemi ağaçtan çıkmaya ikna etmeye çalışıyordum. Annem ise bağırıyor, çekiştirmelerime itme ve tekmeyle karşılık veriyordu. Beni düşman gibi görmeye başladığına emindim; o ağlamaktan kızarmış gözler kızına bakmıyordu, onu güvenli bölgeden, eşinin onu alacağı yerden uzaklaştırmaya çalışan birisine bakıyordu sanki. Annemi artık ağlayarak bacağından dışarı çekiyordum, o ise “Hayır!” çığlıkları atarak bir kütüğe tutunmuştu. Ölecekti, çıkmazsak ölecektik. Artık nefes alamıyordum, hiç oksijen yoktu, çok sıcaktı, fazla sıcak…

Onu içeride bırakmak zorunda kaldım yoksa ben de yanacaktım onunla. Kendimi ağaçtan kurtardım, birazcık elbisemin ucu ve dirseğim yanmıştı ama o kadar da kötü değildi. Acı çekiyordum ama eminim anneminki kadar değildi. Zar zor ayağa kalktım ve yalpalayarak üç ağaç öteye gittim, kupkuru kalmış toprağa çöktüm ve annemin ağaçla birlikte sessizce -ne tuhaf- yanışını izledim.

Vücudumda hiç su kalmadığından emindim. O kadar çok ağlamıştım ki vücudumda sudan eser kalmamıştı. Yerimden kesinlikle kalkamamıştım; bacaklarım güçlerini kaybetmişlerdi. Eskiden buraya kuş cıvıltılarını dinlemek için pikniğe gelirdik, tam olarak şu iki çınar geriye. Gülümsedim. Bu anımsayışın içime verdiği sıcaklık bir anlığına beni güvende hissettirmişti. Gözlerimi kapatıp tekrar kuş cıvıltılarını dinlemeye çalıştım ama hiç duyamadım. Onlar da beni terk etmişlerdi galiba. Başka sesler duymaya başladığımda gerçek hayata döndüm.

Arkamdan üç adam bana doğru öfkeyle bir şeyler bağırarak geldi ama benim ne ayağa kalkmaya ne de korkup kaçmaya dermanım vardı. Beni boş bir çuval gibi sürükleyerek götürmeye başladılar. Gözlerim gökyüzünde kuşları arıyordu; bir tane görseydim keşke. Bacaklarım sağ sola sürüklenirken etraftaki taşlara çarpıyor, oluşan çiziklerden kan akıyordu. Gözlerimi bu sefer kapattım ve beni iki kolumdan sürükleyen adamların homurtularını dinlemeye başladım. Ağlayan kadınlara daha da yakınlaşmıştık. Üç gündür ağlıyorlardı, durmaksızın. Yüzleri, üstleri başları isten hep kirlenmişti.

Etrafı süzmeye başlamıştım fakat burası bizim köy değildi. Güzel ahşap evlerimiz yerine küller vardı. Soluğum kesilmişti. Evlerimizi, anılarımızı yakmışlardı. Bağ, bahçe kül ediyorlardı. Birçok kadın kendi evlerinin hayaletleri önünde sinir krizi geçiriyor, adamlara saldırıyordu. Hiçbir kadına ciddi zarar vermiyorlardı. Hiçbirini geride bırakmadılar, doğurgan hiçbir canlı köyde kalmadı, kedi köpek bile. O zamanlar Bölgelerin çoğunda kısırlık hat safhadaydı. Bölge halkı ise çok önemli soylarını sürdürmeye fazla önem verirlerdi. Bunu kendi eşleriyle başaramadıkları için, o asil soylarına yakışan kadınlar aramaya karar vermiş ve bizim köye gelmişlerdi. Tabii ki istediklerini elde edeceklerdi. Onlar güçlü, üstün, hırslı ve zengin insanlardı. Bizim ise silahımız bile yoktu. Biz her şeye tarafsız olanlardık, etliye sütlüye karışmayan kendi halinde insanlar, onların deyimiyle “yolu olmayanlar”, “yolsuzlar”dık.

Bütün kadın ve çocukları tek sıra halinde uzun bir süre beklettiler. Köyün girişine sürekli büyük araçlar geliyor, insan yükünü dolduran araç yoluna devam ediyordu. Perişan bir şekilde ağlayan kadınlar, çocuklarına Bölge adamlarının dağıttığı erzağı yediriyordu. Uzun bir süre sonra su içmiştim; hatırlıyorum, müthiş bir histi kana kana su içmek. Üzüm bağımızı gördüğümde içim parçalandı. Evimiz zaten yok olmuştu ama üzüm bağımızdan geriye bir şey kalmaması beni yıkmıştı. Onca anı kül olmuş, ulu çınarların tepesinden uçup gökyüzüne karışıyordu. Gözümden sıcak damlalar akıtmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.

Büyük araçlara daha da yaklaşmıştım. Bu noktadan sonra kadınları yaşlarına göre ayırıyorlardı, küçük erkek çocukları ise başka bir yere alıyorlardı. Annelerinden ayrılan çocukları görmeye kalbim dayanamazdı, o tarafa bakmadan kafamı eğip ilerledim. Son kez, on iki yılımın geçtiği köyüme baktım fakat burası o köy değildi. Sırtımdan bir el beni arabaya doğru ittirdi. İçerde benim yaşlarımda birçok kız vardı, hepsi ağlamaktan yorgun düşmüş, bir kenara çekilmişlerdi. Etrafı gözlerimle tararken kaybolan on beş kızı gördüm. O an anladım ki en çok korktuğum şey başıma gelmişti, ben de cadı tarafından kaçırılmıştım, diğer dört yüz kadın gibi.

Tabii bunlar hep mazide kaldı. Hayat o kadar değişik bir serüven ki insan her duruma alışıyor. Bizi ilk önce Gettolara aldılar, hepimiz birlikteydik. Aramızda isyan çıkaranlar da oldu tabii. Apar topar götürüldüler aramızdan. İşkence yapmadılar en azından ya da tecavüz etmediler. Yüksek rütbeli askerler geldiler ilk önce, pazar yeri gibiydi Getto, biz de satılmayı bekleyen ürünler. Birer birer azaldık, birbirimizin düğünlerine, doğumlarına, ev gezmelerine gittik. Ayrılmadık birbirimizden. Despot kocalardan şiddet gören kadınlar vardı ama âşık olup evlenenler de. Çok zengin olanlar da vardı, bir dikiş tutturamayanlar da.

Çok kayıp verdik bu alışma sürecinde. Köydeyken oyun arkadaşım olan Bulut mesela. Düğününde kaçıp kendini kuşakla astı. Bu diğer kadınları olumsuz yönde etkilemişti tabii. Bu vakadan sonra birçok kadın kendini düğün gününde astı. Çok mutlu olanlarımız yok değildi. Ben bildiğiniz gibi kitabevi açtım. “Yolsuzların,” dediler, bizi dışladılar. Vergi toplanırken zorbalığa uğradım, taciz de edildim ama eşim çok anlayışlıydı rahmetli. Beni Getto’da gördüğü ilk gün hemen yanına aldı. On beş yaşındaydım o zaman. O eski kötü hatıralarımı unutturmak için çok uğraştı. Zaman işte, bütün anılar günden güne yitip gitti hafızamda. Hatta  annenizi kucağıma aldığımda, kötü anılara dair en ufak bir ayrıntı yoktu zihnimde.

Bir kere çok ağladığımı hatırlıyorum. Anneniz on bir yaşındaydı, biz de Bölgenin güney tarafına taşınmıştık. İki çocuk kaybolmuştu. Komşular çocuklarını dışarıdan korkutmak için, dağlardan bir kurtadamın indiğini ve başı boş gezen çocukları kaçırdığını söylemişlerdi. İlk duyduğumda tabii bastım kahkahayı. Bölgeli arkadaşlarım şok oldular, hiçbir şey anlamadılar. Yanımda köyden başka bir kadın daha vardı, o da sonradan anladı neden güldüğümü. İkimiz aşağı yukarı on dakika güldükten sonra birbirimize baktık ve ağlamaya başladık. Bölgeli kadınlar bizden korkmaya başladıkları için yavaş yavaş yanımızdan uzaklaşıyorlardı. Kader ortağımla gözlerimizin içine baktık ve ilk defa anımsadık, onca yıldan sonra ilk defa korkmadan anımsadık o anıları. Aynı duyguları hssettiğimizden o kadar emindik ki. Sonra bir daha böyle bir olay yaşamadık. Her ne kadar yıllar geçse de, acı veriyordu yurdumuzu hatırlamak.

Merak etmeyin çocuklar, anlatırken çok üzülmedim. Yani nerden baksan elli üç sene önceki bir olay. Sorduğunuza sevindim bile. Bir şansım olsa, tek bir şansım, o güne tekrar gitmek isterdim. Son kez ulu çınarın rüzgardaki hışırtısını dinler, babama sıkıca sarılır, annemi koklaya koklaya öper, dalmaçyalılara hoşçakal der, üzüm bağımızdan üzüm yer, Susam’a onu çok sevdiğimi söyler, son kez yeni açmış bir gülü koklardım.