雲の帝国
Uzakta, buğulu dünyanın içinde, genç bir adam eski ustasıyla karşılaştı. Genç, pişmanlık duyuyordu ve yaşlı adamdan af dilemek istedi. Shukyonun inançlarının en derininde eğitilmemiş insanlar —ki onlar, hayvanlardan daha kördürler— farkında olmadan ikisinin arasından yürüyüp geçti, ağır ağır, suda hareket ediyormuşçasına.
Usta ona hiçbir şey demedi. Sadece kuzeyi gösterdi.
永遠に青空。
Ne de olsa, her zaman kârlı çıkmanın basit kuralları vardı. Aynı hataları ikinci kere sadece salaklar yapar.
Artık, kazanacağından emin olmadığı kavgalara karışmıyor, içeriden tanıdıkları olmadığı zaman atlara bahis oynamıyor, erkeklere güvenmiyor, kimseye adını ve geçmişini bilme lüksünü tattırmıyordu. Bu şu ana kadar hayatta kalmasını sağlamıştı, değil mi? Daha önce dünya üzerinde kimsenin yaşamadığı bir özgürlüğe sahipti. Mavi gökyüzü, sonsuza kadar.
Ancak bu sınırsız özgürlüğü, dilini damağında gezdirdiğinde iğrenç, acımsı bir tat almasına engel değildi. Karnı içine öyle çekilmişti ki çok kambur durduğunda kaburgaları bacaklarına batıyordu. Buna rağmen, neredeyse kendine eziyet edercesine, karşısındaki buharı üstünde yemeğe döndü.
Yutkundu. Baharatlı et suyunda pişmiş ancak canlılıklarını kaybetmemiş sebzelerle tabağı tamamen dolduran eriştelerin sarılışı, sos içerisinde parıltıları… Ama en kötüsü, en dayanılmazı ise bütün bu aşk ilişkisinin ürettiği o tarif edilemez KOKU.
Alt dudağını sertçe ısırdı. Ağzını yoğun, taze, tatmin edici çorbanın tadı yerine, kanın metalikliği kapladı. Gözlerinin yaşarmasının nedeni maskesinin deliklerinden içeri giren yemek buharı mı yoksa saf, katıksız hüsran mıydı bilemiyordu. Küçük lokantanın en arka, en kenar masasında iki büklüm olmuştu. Nereye dönerse dönsün, insanların oturduğu diğer masalara bakıyordu. En azından yakında birileri kalkıp gider diye boş bir beklenti içindeydi, ama tam önündeki masaları doldurmuş sarhoş grubun gideceği yoktu. Yüksek sesle şakalaşıyor, erkekçe birbirlerine elense çekiyor ve arada Şeytan Köpek ile lokantadaki diğer kadınlara laf atıyorlardı. Umudun yavaş yavaş bedenini terk ettiğini hissetti.
Elini, üstüne giydiği desenli kimononun içine attı.
Kabzanın ahşap dokusu elini gıdıklarken, içini o tanıdık heyecan kapladı. Şeytan Köpek, tetik parmağı titrek bir kadın değildi. Tanrılar bilir, verilmiş sadakalar üzerinden yaşıyordu, kimliğini açığa çıkaracak ani bir karar almak aptallık olurdu, yaşam felsefesine ters düşerdi. Ancak yine de fikri kafasında tarttı. Acaba bu erişte için işlenen ilk cinayet olur muydu?
Yediği son düzgün yemeği anımsamaya çalıştı. Sikerler, bu ay dayandığı şeylerden sonra bir ödüle ihtiyacı vardı. Lokantanın sahiplerine göz gezdirdi. Düzgün insanlara benziyorlardı ama büyük ihtimalle bölgenin yakuzası buranın gelirlerinden haraç kesiyordu. Şeytan Köpek cebindeki paranın yakuzanın cebine girmesindense ölmeyi tercih ederdi. Köpeği aç bırakan ısırdığında ağlamaz, demişler. Doğru ya, bunu yapmak için doğmuştu. Havlamak ve ısırmak, koparmak ve çiğnemek, iki avucuna sığdırabildiğini kadarını çalmak.
Maskesinin burun deliklerinden verdiği nefes soğuk lokantada buhara dönüşerek dağıldı. Tabancasını dışarı çekmeden önceki an nefesini tutardı hep. Ancak, duyduğu bir ses elinin donakalmasına neden oldu. Lokantada kimse duymamışa benziyordu, ama o emindi. Dışarıda biri, kesinlikle, “maskeli ucube” tamlamasını dile getirmişti.
Birisine haber mi veriyorlardı, yoksa sadece garipliğinden mi bahsediyorlardı? Kellesine koyulan ödül Tohoku’da da duyulmuş olsa şaşırmazdı. Bir tabak yemek uğruna canını vermeye çok can atmıyordu. En akıllıcası hemen topuklamak olurdu. Acılarının kaynağına döndü.
Ah, ama o kadar güzeldi ki. Misonun tadını daha bir ısırık bile almadan hayal edebiliyordu.
Belki de erişte için ölmeliydi. Dünyada bu tabaktan daha iştah açıcı bir şey olabileceğini sanmıyordu. Tam karşısındaki salak yakuza grubunu umursamadan maskesini fırlatıp tabağa dalsa ona hak vermeyen çıkmazdı. En azından sevdiği şeyi yaparken ölecekti. Ne olursa olsun ölümü bile, bu tabağı bitirmeyi bırak, tadına bile bakmadan kaçmayı yeğlerdi.
Ama seçeneklerini değerlendirirken geçen birkaç saniyenin sonunda dışarıdaki adam çoktan ölmüştü.
Kulaklarına inanamadı. Adım sesi duymamıştı, nefes veya kılıcın kabzadan çıkmasını da… Ancak birinin, az önce ondan bahseden adamı hızlıca, sessizce öldürdüğünden emindi. Çığlık atmadığı için lokantada kimsenin ruhu duymadı, onun dışında. Göremese bile, kılıç itinayla kemiklerin arasından geçip, organları ortadan ikiye bölerken ortaya çıkan ses başka bir şeyle karıştırılamazdı, fazla tanıdıktı. Saldırganın silahı, öbür taraftan çıktığında adam son nefesini vermişti. İşte o zaman lokantanın perdesinin koyu kırmızıya boyandığını gördü.
Adam gürültüyle yere düştü, başka birisi bağırdı. Dışarıdan içeri doğru dolan kan anca fark edildi, lokantanın içerisinde çığlıklar yükseldi, karşı masadaki yakuza üyeleri anında ayılıp kılıçlarını çekerek dışarı doğru koşturdular.
Ağlayabilirdi. Gerçekten, gözyaşları çok yaklaştı. Tanrılar! Teşekkürler, bin kere teşekkürler! Bu müthiş kılıç ustasının onun kellesi için gelip gelmemesini umursamadı bile. Becerisinden tahmin ettiği kadarıyla karşı masa yakuzaları onu en fazla bir dakika oyalardı. Bu onun bütün erişteyi silip süpürmesine yeter de artardı bile.
Yakuzalardan birinin bağırışı, ettiği küfür, beş saniye.
Şeytan Köpek maskesini kıyafetinin içine sıkıştırdı ve tanrılara sunulan dünyanın en kısa duasıyla ağzını doldurmaya başladı.
Küfürbazın kellesinin hızlı bir darbede yerinden ayrılmasının sesi, onuncu saniye. Yemeğin tadını çıkaramadan, tat profilini algılayamadan yemek zorunda olması biraz üzücüydü, ama bu raddeden sonra artık her şeye razıydı.
İki adam daha, küfürbazdan daha az çakırkeyiftiler ve kılıçlarını çektiler, on beşinci saniye. Baharatlar gerçekten müthiş bir uyumdaydı, sebzeler kusursuzdu ve eriştenin ev yapımı olduğu belliydi.
Yakuzalardan ilki kılıç ustasını biraz oyalamayı becerdi, bu sırada ikincisi saldırdı, ama ne yaptıysa, bir anda ikincinin kolu ile beraber kılıcının yere düşüş sesi ve çığlığı duyuldu, on sekizinci saniye, etkileyici.
Kemiği ikiye kıran kılıcın sesi bir yaprağın düşüşünden daha gürültülü değildi. Erişteyi ucundan yakalayıp hüpledi, tabak hızla boşalıyordu.
İlk herifin adımları, kılıcı şaşırtıcı bir şekilde saldırgana ulaşabildi, bir şeyi —odun veya metal galiba?— kesti. Sese bakılırsa inceydi, yere düştü. Tuhaf, gırtlaktan gelen bir homurtu çıktı. Tuhaf bir şekilde bu, gizemli saldırgandan duyduğu ilk sesti. Yirmi beşinci saniye.
“Ananın, bu ne lan?.. Sen…” diyebildi sadece tahmin ettiği kadarıyla az önceki yakuza. Otuzuncu saniyeye gelmeden o da eşit parçalara doğranmıştı.
Bir tek çorbası kalmıştı. Mmm, hâlâ sıcacık. Biraz üfledi.
Sonuncu yakuza kılıcını elinden düşürdü. Getaların geri geri adım attığını duydu. Çok saçma bir hareket, az önce karşındaki herif üç tane adamı otuz saniyede kıymaya dönüştürdü, gözlerinle gördün, sence şans eseri seni öldürmeyi beceremez mi sanıyorsun? Sen çok mu özelsin?
Ve çok geçmeden o da yerdeydi. Yemeğin yerinde de yeller esiyordu, Şeytan Köpek ağzını koluna sildi.
Tam kalkmak için sandalyesini arkaya indirdiğinde onu gördü. Geldiğini duymamıştı. Bu ünlü hırsız, Şeytan Köpek için alışılmadık bir şeydi. Kapının ağzında duruyordu, sessiz ronin.
“Belki bilmek istersin diye söylüyorum, tam olarak rekorun otuz iki saniye ve yirmi dört salise,” dedi gizemli kılıç ustasına, ayağa kalkarken. Çoktan tabancasını çekmiş, ona doğrultmuştu, parmağı tetikte. “Ancak ben bu tetiği çektiğim andan itibaren bir mermi senin bile göremeyeceğin bir hızla ilerlemeye başlayacak ve senin elinde sadece parlak bi’ oyuncak var. Maalesef umutsuz bi’ kapışma.”
Ama sonra onu cidden gördü.
Dikkati ilk kanlı, (bir damlası bile onun kanı değildi) darmadağın bu adamın yüzüne odaklandı. Bu ronin, gittikçe daha tuhaf birisi olduğunu ortaya koyuyordu. Yüzünün üst yarısı hadisesizdi, hatta güzel bile denilebilirdi, her şey eşit derece siyah ve tehditkâr. Uzun kirpikler. Alt yarısı ise… Açıkçası, insan değildi. Ki bunu demek kibarlık olurdu.
Ağzı, etobur bir canlınınki gibi kulaktan kulağa yarıktı. Ancak bildiği herhangi bir vahşi yaratığı bu adamla kıyaslayamazdı bile. Dişleri yüzüne oransızca büyüktü, dışarı doğru kıvrık olduklarından asla kapanmayan yarık-ağzı çarpık bir sırıtışı andırıyordu.
Deformasyonuna bakmaktan, yaratık adamın gözlerinin de onun yüzünü süzdüğünü geç fark etti. İkisinin de elinde maskeleri, öbür ellerinde ise silahları vardı.
“Şeytan… Köpek…” diye okudu, yaratık adam. Ah, konuşuyormuş da, diye düşünmekten kendini alamadı.
“Evet, bendeniz. Tanıştığıma memnun oldum,” diye espri yaptı Şeytan Köpek. Tabancasının nişan aldığı yeri değiştirse mi bilemedi. Bu yaratığın kalbinin orada olduğu ne malumdu? Belki alnı daha mantıklı bir hedeftir.
Sonra yaratık adam, “…Korkmuyorsun,” diyerek derin bir nefes aldı. Şaşırmış ve biraz da rahatlamış gibi.
Korkmuyor muydu cidden? Bilmiyordu, eğer yarı canavar roninlerden de korkmayacaksa artık vay haline.
Ama adam haklıydı. Daha çok…
“Ne oldu sana?” dedi, kendine hâkim olamadan. Boşboğaz. Geri zekâlı.
Ronin düşünceli gözüküyordu. Sanki o da çok emin değilmiş gibiydi. Tepeden tırnağa kana batmış birisi için pek masum. Sonra sırıttı, sadece dişleriyle.
“Sana olanla aynı şey herhalde.”
Adamın bu sözüyle, maskesini hâlâ takmadığını ve lokantada masaların altına saklanmış herkesin ona baktığını fark etti. Ona. Sanki karşılarında gerçek bir canavar yokmuş gibi ona korkuyla bakıyorlardı, hem de suratı yüzünden kimse boşuna terörize olmasın diye o kadar uğraşmışken. Şimdi küçük lokantanın içerisinde yutkunmaya cesaret edebilen yoktu.
Şeytan Köpek burnundan nefes vererek güldü.
Maskesini geri takarken, tabancasının aldığı eğimi istemsizce kaybetti, ama ona baktığında roninin de kanlı kılıcını kabzasına geri soktuğunu gördü. Az önceki gibi, kedi kadar sessiz, ama bu sefer duydu, hareketlerini çözmeye başlıyordu.
Sakinliğini koruyarak, roninin yanından yürüyüp geçti ve lokantadan çıktı.
Etraf mezbaha gibiydi. Birkaç dakika önce gayet mutlu mesut içen, coşan ve farkında olmadan ona psikolojik şiddet uygulayan ayak takımı parçalar halinde yerdeydiler. Toprak yavaş yavaş kanı emiyordu. Şeytan Köpek, elbisesinin eteklerini kana değmemesi için yukarı çekti.
Geriye doğru kafasını çevirdiğinde ronin orada dikilmiş, ona bakıyordu. Üst köşesi parçalanmışsa da maskesini takmıştı. Sonuçta saklamaya çalıştığı şey gözleri değildi.
Bir samuray maskesi takıyordu, eski takımı olsa gerek. Şeytan Köpek kendi hannya maskesinin içinden güldü, sesi boğuk.
“Adın ne Ronin-san?”
“Artık adım yok.”
Pek dramatik. Gerçi kendisi de çok farklı değildi, bu yüzden üstelemedi.
“O zaman Ronin kalabilirsin. Söylesene Ronin-san, ödül için mi geldin?”
Ronin cevap vermedi. Belki bu inatçılığı yüzünden onu dojosundan atmışlardı.
Şeytan Köpek kimonosunun içinden buruşturulmuş bir kâğıt çıkardı ve açıp ona gösterdi. Üstünde, yüzünün detayları resmedilmemiş ama üstünde ödül parasıyla adı yazılı bir kadın vardı. Hırsız, katil, şarlatan, orospu. Ölü ya da diri. Şeytan Köpek. Aç parantez, Kamigata aksanı ile konuşuyor, kapa parantez. “Çağrışım yaptı mı?”
“Neyden bahsediyorsun bilmiyorum, senin için gelmedim.”
“Dedi sapık katil ödül avcısı!” diye hırladı. “Hayır, neden bu kadar çok alakasız insanı öldürdün ki? Tırsıp ağlayarak teslim olmam için mi? Sana ne diyeceğim bak, seni tutan korkağa git ve de ki barut diye müthiş bir icat var, eli kılıçlı kendini bir şey sanan her salağı delik deşik etmeye yarıyor! Şimdi kaybol yoksa yemin ederim tetik parmağım her an seğirebilir.” Tabancasını kavradı.
Ronin bir şey mırıldandı ve birinin ortalığa saçılmış organ parçalarına basmamak için dikkatlice aralarından geçerek uzaklaştı. Şeytan Köpek, o gözden uzaklaşırken durup izledi. Kiraz çiçeklerinin kokusu onunla beraber uzaklaşıyordu.
Tuhaf. İçini çekecek kadar vakti kalmıştı. Silahını kabzasının içine geri soktuğunda her taraftan uzanan eller onu yaka paça sürüklemeye başladı. Ağzı bağlanmadan önce son bir küfür savurdu, savunmasız kalmanın bedelini ödüyordu. Ava giden avlanır.
永遠に青空。
Açıkçası Ronin, Tohoku’yu çok seviyordu. Birbirinden kopuk, ufak kasabaların arası kilometrelerce pirinç tarlaları, dağlar ve ormanlarla kaplıydı. Günlerce kimseyi görmediği oluyordu, maskesini takmak zorunda değildi ve yüzünde rüzgârı hissedebiliyordu.
Ay ışığı, göletlerin üstünden yansıyordu ve dağ havası tatlıydı. Ronin maskesini çıkardı ve derin bir nefes aldı.
Kasabanın ortasında bıraktığı katliamdan uzaklaşırken, çok geçmeden etrafta sadece o ve pirinç tarlaları vardı.
Acaba nereye gidecekti, o tuhaf kız.
O an itiraf edememiş olsa da Ronin gerçekten onun kellesi için gelmişti. Ve eli boş dönmesinin nedeni barutlu silahlardan korkması değildi cidden. Evet, ölüm tehlikesi vardı ama işini eğlenceli yapan şey de buydu, değil mi? Daha çok aklını meşgul eden, kızın ona hiçbir şey dememesiydi. Ne çığlık atmıştı, ne aşağılamıştı, ne de ona acımıştı. Hâlâ o gözlerin hayaletini üstünde hissedebiliyordu. Orada merak ve ne olduğunu çıkaramadığı başka bir şey daha parlamıştı.
Güzeldi de. Gözlerinin hemen altındaki yazılara rağmen… Veya daha doğrusu, yazılar yüzünden. Ronin okumuş olmasının yanına son birkaç yıldır Japonya’yı boydan boya gezmiş bir adamdı, yazıların ne anlama geldiğini biliyordu. Kii bölgesinde suçluların yüzüne zorla aku kanjisini dövmeliyorlardı, şeytan. Aki bölgesinde ise inu, köpek.
O da tıpkı Ronin gibi, geçmiş günahlarının bedeli olarak lanetlenmişti. Sonsuza dek saklanmak zorunda kalacaklarla dolu bir ülke.
Yürürken bir anda elleriyle yüzünü kapatma ve yüksek sesle içini çekme gereği duydu. Neden kadınlarla konuşurken böyle oluyordu ki? Resmen DİYENE BAK demişti ona, sanki Şeytan Köpek onun gibi korkunç bir ucubeymişçesine. Çok muhtemel olmasa da bir daha onu görürse özür dileyecekti. Evet. Belki bu sefer düzgün bir iki cümle kurmayı da becerebilirdi, kim bilir.
Bütün düşünce akışı, dağdan inen sis gibi dağıldı. Gözünün kenarıyla karanlığın içinde bir hareketi, bir figürü ayırt edebiliyordu. Yalnız değildi.
Daisho ikili kılıçlarından daha kısa olanını çıkardı ve kıyafetinin katmanları arasına saklayarak yürümeye devam etti. Tahmin ettiği gibi, pirinç tarlalarının ötesindeki birkaç siluet onu takip ediyordu. Uzakta ise, tarlalar yerini düzensiz dağ patikasına bırakıyordu. Kaç kişiler emin değildi, eğer kalabalık bir gruba düzlükte yakalanırsa dezavantajlı olurdu.
Bu yüzden koşmaya başladı. Koşabildiği kadar hızla, bir anda siluetlerle arasına on, on beş metre koymuştu. Sapabildiği ilk dağ yoluna döndü ve önceden çıkardığı wakizashi kılıcını kullanarak, onu takip edenler nereye gittiğini göremeden gözüne çarpan en uzun ağaca tırmandı. Daha ince dallara ulaştığında kılıcı ağzıyla tuttu ve elleriyle, olabildiğince az ses çıkararak tırmandı. Aşağı baktığında, oradan oraya koşuşturan askerler karıncalara benziyorlardı. İri, silahlı karıncalar. Onlara yakalanmadığına sevindi, en az on kişiydiler ve kıyafetlerine bakılırsa kenar mahalle yakuzaları gibi adamlar değillerdi. Eğitimli, disiplinli, devletin kiralık katilleri, samuray. Ronin yüzünü buruşturdu. Eğer tanrılar onu ibretlik olarak seçmeselerdi, o da bu adamlardan olacaktı. Dojoda en başarılı öğrenci oydu, en kötü ihtimalle ustasının yerini alırdı. En iyi ihtimalle ise…
Bu düşünce akışını durdurdu. Olabilecekleri hayal etmenin hiçbir faydası olmayacaktı ona, özellikle de bu durumda. Bu kadar adam neden Tohoku’ya kadar gelmişti ki? Başkentten burası iki haftalık yoldu. Önüne geleni kesip biçen ödül avcısı ronin de az görülen bir şey değildi, o zaman neden o?
Çok fazla hareket etmemeye çalışarak, kafasını ağacın dalları arasından çıkardı. Bir anda yüzüne vuran rüzgâra karşı gözlerini yumdu ve rüzgârın tersine, geldiği yöne ve kasabaya doğru döndü. İşte o zaman dumanı gördü. Kasabanın ortasından yükselen, uğursuz gri bulutları.
Benim için gelmemişler.
Aşağıya bir kere daha baktı. Samuraylar uzaklaşmış gibiydi, yine kılıcını kullanarak aşağı indi, son birkaç metrede atladı. Ayaklarının yere değmesiyle koşmaya başlaması bir oldu.
Kız için gelmişlerdi ve Ronin tam da o gün tepesini attırdıkları için ulu orta beş kişiyi öldürmüştü. Ve şimdi Şeytan Köpek’i onun öfke kontrol sorunları yüzünden cezalandıracaklardı.
Kasabaya geri dönüyordu. Başka birinin daha ondan nefret etmeme hatasına düşerek ölmesine izin vermeyecekti.
永遠に青空。
Buna alışabilirdi. Daha kötü durumlarda kaldığı olmuştu. Gerçi yanında hıçkırıklarla ağlayan, başka bir çalı çırpı yığınına bağlanmış adam büyük ihtimalle aynı şeyleri hissetmiyordu.
“Seni neden yakaladılar, dostum?” diye sordu Şeytan Köpek. Adamın sümüklü ağlamalarının ve abartılı Tohoku şivesinin arkasında demeye çalıştığı şeyi anlayamadı gerçi, ama yine de kibarlıktan başını sallayıp gamzeleriyle gülümsedi.
“Anlıyorum seni. Ben de aynen. Sistemi sikeyim, değil mi?”
İpler bileklerini ve göğsünü sıkıyordu, terlemişti, yorulmuştu ve ölmek üzereydi. Şeytan Köpek için sıradan bir gün.
Küçük kasabada festival havası vardı. Herkes toplanmış, iki suçlunun idam edilmesini bekliyordu. Buralarda az görülen bir eğlence. Şeytan Köpek en azından daha klasik kaynatma veya çarmıha germe yerine yakılacağına seviniyordu. Ama tercih hakkı olsa batılıların yaptığını duyduğu gibi asılmayı isterdi. Nedense daha saygın geliyordu.
Ama sonra onu duydu. Kasabanın ortasındaki hengâme esnasında bile, çünkü artık adımlarının ritmini tanıyordu. Kalabalığın arkasından dolaşıyordu, samuray beylere görünmemek için muhtemelen. Gerçi eğlence olduğu için maske takanlar zaten çoktu, ilk defa göze batmayabilirdi.
Ronin başını kaldırdı ve kalabalığın arasında Şeytan Köpek ile göz göze geldi. Maskesinin kırık kısmından, yüzündeki tuhaf ifadeyi seçebiliyordu.
Bir an sadece bakıştılar. Sonra Şeytan Köpek kafasını başka tarafa çevirdi ve hızlı bir hareketle ona eşyalarını emanet ettikleri adamı işaret etmeye çalıştı. Neyse ki, kısıtlı hareketle bile Ronin kimden bahsettiğini anladı. Adamın arkasından sessizce yaklaşıp, zavallının ağzını eliyle kapamasını ve büyük ihtimalle böğrüne kılıcını sokmasını izledi. Adamın gözleri korkuyla kırpıştı, sonra dondu, artık cansızdı. Ronin adamı sürükleyerek bir yere götürdü, etraftaki insanlar bihaberdi.
O anda, herkesin gözü Şeytan Köpek ve ağlayan adamdaydı, çünkü ateşler yakılıyordu. Bir kadın, elinde tuttuğu çalı meşaleyi Şeytan Köpek’in ayaklarının dibine bıraktıktan sonra ona döndü ve tükürdü. Şeytan Köpek de ona tükürdü, daha yüksekte olduğu için ıskalamadı da.
İşte o zaman kargaşa koptu, bu sırada Ronin’in izini kaybetmişti, onun maskesini görebilmek için sağına soluna bakındı.
Ayakları yanıyordu. Hiç böyle bir acı olacağını tahmin etmemişti, ilk defa yanıyordu çünkü. Kırbaçlanmaya benziyordu, ama sanki aynı anda binlerce ince, bebek kırbaç vuruyormuş gibiydi. Ağlayan adam çığlık atmaya başlamıştı.
Ateş hızlıca elbisesinin kenarlarından tırmanıyordu. Sanırım içine giydiği koshimaki yanıp bacağına yapışmıştı, çünkü bir anda acı, bebek kırbaçlar seviyesini geçti.
Alt dudağını ısırdı. Ronin nerede kalmıştı? Düşününce, zaten ilk başta neden onu kurtarmaya gelmişti ki, klasik samuray onurundan mı?
Aptal. Eğer o da ölürse Şeytan Köpek’in ruhu buradaki her psikopata musallat olacaktı. Ronin, gördüğü saf yetenekli tek insan olabilirdi, eğer insansa. Bir yırtıcının sessizliğine ve çevikliğine sahip, gerçek bir savaşçı. O kadar gençken ölmesi adaletsiz olurdu. Ölmeyi hak eden Şeytan Köpekti. Acınası, bomboş varoluşuna geri dönüp baktığında, böyle bir hayat sürmek uzun vadede değdi mi bilemiyordu. Ailesinin dükkânın korunmasına karşılık olarak serserinin biri olmuştu, sonra da çalmak ve öldürmek ve yaltaklanmak hayatı boyunca yapabildiği ve takdir edildiği tek şey olduğu için yakuzanın kızlarından biri olarak kalmıştı, en azından o adamla tanışana kadar. Tohoku’nun yeni bir sayfa olması gerekiyordu. Kendi boktan haline güldü. Acınası. Hiçbir yere varmayan bir trajedi, sevimsiz bir ana kahraman.
Buna layıktı o, bacaklarını çevreleyen alevlere, aşağılamalara ve hakaretlere. Eh, en azından karnı toktu. Bu durumda yapılacak en onurlu şey, cezasını kabul etmekti.
Ancak acı dayanılmaz hale gelirken etrafında bir karaltı gördü, bir anda bağlı olduğu kazığın desteği yok olduğundan, öne doğru devrilirken ne olduğunu seçememişti bile. İpler küçük parçalar halinde havada uçuştular. Sağında, ona doğru fırlatılan bir şey duydu. Elini uzattı ve onu havada yakaladı, tabancanın çakmağını ittirip tetiği çekmesiyle, kıvılcımlarla beraber sağır edici bir ses ve bir duman bulutu ortaya çıktı. Samuraylardan birinin alnında kocaman bir delik açtı, çığlıklar! Kaçışmaya çalışan insanlar bir kova canlı yılanbalığı gibiydi. Ateşli silahların insanların üzerinde yaptığı etkiye bayılıyordu. Sanki bu kadar insan az önce iki kişinin canlı canlı yanmasını izlemeye hazır değilmişçesine hayatları uğruna koşuyorlar, birbirlerini eziyorlardı.
Bu ona kader ortağını hatırlattı. Güçlükle ayağa kalkabildi. Ayakları yere bastığında canı o kadar acıyordu ki, yanmaktan bin kat beterdi. Gözyaşlarını tuttu ve dudağını ısırdı. Küçük tanto kaiken bıçağını çıkarıp elbisesinin hâlâ yanmakta olan paçalarını dizlerinin üstüne kadar kesti.
Etrafa baktığında Ronin’in birkaç samurayı devirmekle meşgul olduğunu görebiliyordu. İçini çekip, zorlanarak yanı başında yanan adamın iplerini kesmeye başladı, o sırada arkasından ona doğru yaklaşan dikkatsiz, ağır adımları duydu. Tabanca son atıştan beri dinlenmişti, o yüzden tepmesinden korkmadan, gönül rahatlığıyla adamın göğsünde bir delik açtı. Pembe sis havada dağılıverdi. Kılıcını kafasının üstünde dramatik bir pozla kaldırmış samuray yere yıkıldığında Şeytan Köpek, Amerikalıların yaptığını duyduğu gibi, silahını parmağı etrafında çevirdi ve dumanını üfledi. İyi hissettirdi. Adamın iplerini ağır ağır kesmeye geri döndü.
Bir anda Ronin dibinde bitmişti, nefes nefeseydi ve eskisinden daha kanlıydı. Maskesini yüzünden çıkardı,
“Onu tanıyor musun?” diye sordu, yanan adama bakarak.
“Hayır, birisini kesin ölümden kurtarmak için onunla can dostu olmam mı lazım? Bunu en iyi sen bilmelisin.”
Ağzının acayip şekli değişmedi, ama Ronin’in gülümsediğini anlar gibi oldu.
“Bu herif dört kıza tecavüz edip parçalara ayırdığı için yanıyor.”
Şeytan Köpek durdu. Adam bir anda daha da terlemeye başladı.
Şeytan Köpek ve Ronin koşuyorlardı. Daha doğrusu, Ronin sürekli bir sağa bir sola sapıyordu ve Şeytan Köpek de ona yetişmeye çalışıyordu, ama kasabadan çıkıp ormana girdiklerinde yanmış ayakları üzerinde bırak koşmak, ayakta durabilmek bile imkânsızlaştı.
Ayağı bir ağaç köküne takıldı ve yere devrildi, kalkamadı.
Ronin ona döndü. “İzimizi kaybettirmek için daha derine gitmeliyiz. Samuraylar şehirli, bu araziye alışık değiller.”
“Yapamam. Hareket edemiyorum.” Ayakkabılarını nerede kaybetti hatırlamıyordu. Çorapları yanıp derisiyle bir olmuştu. Biraz mangal gibi kokuyordu.
Ronin ona doğru ilerledi.
Şeytan Köpek’in eli, refleks gibi, hemen elbisesinin içindeki tabancasına gitti. Ronin fark etti. Sanki canı acımış gibi yüzünü buruşturdu ve ona arkasını döndü.
Bu görüntü çok tanıdık.
Ah. Şeytan Köpek, kafasından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Beni bırakacak. Bir şey demek için ağzını açtı ancak ağzından hiçbir şey çıkmadı, onu ikna edebilecek bir bahanesi yoktu, bariz olan dışında. O seçeneğe bel bağlayacak kadar da aciz değildi artık. Bu yüzden çenesini tuttu ve önüne baktı. Şaşırmamıştı aslında, eninde sonunda ondan bir şey elde edemeyen herkes onu bırakırdı.
Bu yüzden Ronin ona yaklaştığında ve sırtını ona dönüp çömeldiğinde ne düşüneceğini bilemedi. En savunmasız noktası açık. Elleri iki yanında.
“Sırtıma çık.”
Şeytan Köpek arkalarından onları takip eden bağrışmaları duyuncaya kadar ona bakakaldı.
İkiletmeden tırmandığında kollarını onu boğmayacak şekilde boynuna sardı.
Ronin sanki ona ağırlık eden hiçbir şey yokmuş gibi bir çeviklikle ayağa kalktı ve koşmaya başladı. Hâlâ adımları sessizdi. Şeytan Köpek bir süre sonra kafasını ona dayadı ve dinledi.
Yarım saat gibi gelen bir süreden sonra tepeye ulaştıklarında, insanların açtığı daha yürünebilir bir yola saptılar. Buradan sonra Ronin yürümeye başladı, koşmasına gerek yoktu artık. Hiçbir sıradan samuray bu hızda vadilere tırmanamazdı, Ronin’in bahsetmeyi unuttuğu bir ikizi filan olmadığı sürece sorun yoktu. Ou sıradağları, çıktıkları tepeden çok yakın gözüküyordu. Başka bir yerde göremeyeceğiniz kadar yeşil.
Şeytan Köpek polen yüzünden hapşırdı. Tohoku’da doğa dışında çok da bir şey yoktu zaten.
Ronin’in tamamen mest olduğunu fark edebiliyordu. Havası kasabadan ve insanlardan uzaklaştıktan sonra bariz bir biçimde değişmişti. Onu ilk gördüğündeki gibi vücut dili eğer canına değer veriyorsan yaklaşma bana demiyordu. Şeytan Köpek’e etraftaki böcekleri gösteriyor, pupa evreleri filan hakkında küçük bilgiler veriyordu. Çok daha rahat, evinde gibiydi. Sanki tanrıların bile unuttuğu kırsalda değil de şehrin göbeğindeymişçesine vadide yolunu bulabiliyordu.
Bir akarsuya vardıklarında, Ronin kılını bile kıpırdatmadan bu mevsimde dondurucu olması kesin suya doğru ilerledi ve bulabildiği en kumluk yerde Şeytan Köpek’i indirdi.
İlk başta protesto eden Şeytan Köpek, ayakları suya değince hafifçe içini çekti. Bir saattir dayandığı acı hafifçe dinmeye başladı. Ayaklarındaki deri çoğunlukla yok olduğu için soğuğu bütün benliğiyle, iliklerinde hissediyordu. Büyükçe bir kayaya oturdu ve Ronin kendi kıyafetlerindeki kanı çıkarmaya çalışırken, o da yanıklarını temiz bir kumaş ile sarmaya koyuldu. Hissettiğinden daha bile kötü yanmışlardı. Tabanları tamamen açılmış, kanlı ve buruş buruştu. Bacağının üstleri de yer yer aynı görüntüdeydi, ama çok şükür tamamen değil. Yarın kasabalardan birine gidip, şifacı araması gerekecekti. Kumaşı uyluklarına kadar sardı.
İşini bitirdiğinde Ronin hâlâ kıyafetleriyle cebelleşiyordu.
“Belki kırmızı giymelisin,” dedi ona, haori ceketinin içler acısı halini görünce.
Ronin cevap yerine belli belirsiz homurdandı.
Az ve öz konuşan tiplerden ha? Çok şaşırtıcı değil.
Şeytan Köpek devam etti, “En yakın kasaba kaç günlük mesafede?”
“Shiniyo, iki gün.”
İki günmüş. “Senin iki günün mü, benim mi?” dedi bacaklarının halini göstererek.
Buna gülümsedi, sadece birazcık. Şeytan Köpek artık gülümsediğini anlama yöntemini keşfetmişti, çenesi tuhaf bir şekilde kasılıyordu.
Acaba kahkahası kulağa nasıl gelirdi? Boğuk, güzel bir sesi vardı. Genzinden değil gırtlağından geliyordu. Sanırım bu birisi hakkında fark etmek için çok senlibenli bir şeydi, ama sırtını dinlerken duymaması imkânsızdı.
“Benim iki günüm,” dedi Ronin, ceketini büküp hâlâ pembemsi akan suyu sıkarken.
“Beni yine taşırsan neden olmasın,” diye onu denedi Şeytan Köpek.
Buna burnundan hızlıca nefes vererek güldü. Sanırım gerçek gülüşünü keşfetmek daha zor olacaktı.
“Alınma ama biraz ağırsın.”
Normalde alınmazdı ama alınma demesine alındı. “Sen de biraz cılızsın!”
Ne yazık ki bu gerçeğe yakın bile değildi. Yılların kenjutsu çalışması her yerinden belli oluyordu ama bunu itiraf edip onu mesut edeceği yoktu. Aslında ondan daha da fazla göze batan özelliği, hayatında gördüğü herkesten daha esmer olmasıydı.
“Söylesene, buralı değilsin di mi? Tohoku yani?”
Cevap yok. Bunu evet olarak algılamayı seçerek devam etti.
“Nerelisin? Kyoto filan mı, Japoncan çok iyi.”
Ronin başını salladı.
“Ryukyu adaları.” Kıyıya çıkıp ıslak kıyafetlerini bir taşın üstüne seriyordu. “Japoncayı kendi kendime öğrendim.”
“Ah, evden çok uzaktasın. Tıpkı benim gibi!” Şeytan Köpek suyun içinden pürüzsüz, siyah bir taş seçip sektirmeye çalıştı. Taş büyük bir kararlılıkla suya değdiği an battı. Şeytan Köpek dudaklarını büzdü, “Nereye gidiyosun ki? Yani, en sonunda.”
Neredeyse-sessiz adımlarının yaklaştığını duydu, Ronin bileğinin hızlı bir hareketiyle ufak, yassı bir taşı fırlattığında taş, batmadan önce on, yirmi, otuz kere sekti.
Şeytan Köpek sırıttı. Gösteriş budalası.
Ronin onun bir metre uzağına, bir kayanın üstüne bağdaş kurarak oturdu.
“Kuzeye.”
“Ne kadar kuzey? Aomori’ye mi?”
“Hokkaido, oradan da belki Karafuto.”
Şeytan Köpek sustu. Daha önce Ezo bölgesini sadece duymuştu, gerçekten oraya gidecek insanların olacağını düşünmüyordu. Kuzeydeki Ainuların barbar kabileler halinde yaşadığını Osaka’da okumuş herkes bilirdi. Aklında metrelerce birikmiş kar, ayı avlayıp organlarını yiyen yabancı insanlar ve dudaklarını siyaha boyayan kadınların görüntüleri dört dönüyordu, hepsi tapınak okullarında öğrendiği bölük pörçük şeyler. Kendisinin metropoliten yetiştirilişine inanılmaz ters.
“Neden?” diye sordu, şimdi neredeyse uyuklayan Ronin’e.
“Lanetim için. Ainular bir şeyler biliyor olabilir. Sadece onlar beni tedavi edebilir,” dedi, esneyerek. Tamamen açık ağzının görüntüsü Şeytan Köpek’in tüylerini diken diken etti. İçindeki ilkel, hayvani bir ses ona ya saldırmasını ya da kaçmasını söylüyordu. Duymazdan geldi.
Sohbetin kesin olarak bittiği belli olunca, oturduğu kayanın üstünden kalkıp, yakınlarda devrilmiş bir ağacın altına kıvrıldı. Ronin akarsuya dönük, meditasyon yapıyormuş gibi dimdik oturuyordu, gözleri hâlâ kapalı.
“Bunu yaparken uykuya dalmak yasak diil mi?” diye fısıldadı Şeytan Köpek.
Transtaymış gibi bir cevap geldi, “Değil.”
Tilki uykusu. Sanırım samuray eğitimi tam olarak uyumak yerine bunu yapmayı öğretiyordu. Benden samuray olmazmış, diye düşündü Şeytan Köpek, gözlerini kaparken.
永遠に青空。
Ronin uyuyordu. Bunu anlayabiliyordu, çünkü ellerini kaldırıp yüzüne götürdüğünde deforme bir surat ve devasa dişler değil, normal bir çene ve dudaklar, yanak kemikleri hissediyordu. Etrafına baktı. Su yükseldiğinden, oturduğu kayanın üstünde mahsur kalmıştı. Ayağa kalktı. Her yer buğuluydu, eğer odaklanırsa kıyıda uyuyan Şeytan Köpek’in formunu seçebiliyordu.
Kıyıya ulaşmak için hafifçe zıplaması yetti. Hava çok ağırdı, suda hareket ediyormuş gibi yavaşça karaya bastı.
Şeytan Köpek şeklindeki mabuinin yanına varmıştı. Hafif, mor renk parıldayan şeffaf bir şeydi. Gözlerinin altındaki dövmelerin yokluğu hariç yüzü aynıydı; tombul yanaklar, silik kaşlar ve yukarı dönük dudaklar. Onu böyle görmek tuhaf ve saygısız geldi, bu yüzden Ronin öbür tarafa dönüp, ormanın içine doğru yürümeye başladı. Ağaçlar gerçek dünyada olduğundan daha uzundular, dalları gökyüzünü tamamen kapıyordu. Ronin eğer buradaki ağaçlara tırmansa en tepeye asla ulaşamayacağını hissetti. Yaprakların ve kovukların arasında küçük, sessiz insancıklar yaşıyordu. Ne zaman onlara dönse saklandıklarını biliyordu, bu yüzden onları rahat bıraktı.
Gerçek dünyada olmayan bitkiler ve böcekler uçuşuyor, pembe, sarı, turkuaz renklerde parlıyorlardı. Sadece burada gördüğü canlıları, ne zaman gerçek dünyaya döndüğünde anımsamaya veya anlatmaya çalışsa anılarının bulutlanması çok talihsizdi. Eğer hatırlayabilse belki resimlerini yapmayı denerdi.
Keşke bunları Şeytan Köpek de görebilse, diye düşündü, sonra hızlıca bu düşünceyi parçalara ayırıp asla gün yüzü görmeyecekleri yerlere gömdü.
Biraz daha yürüdüğünde, aradığı şeyi bulmuştu.
Onları takip etmişlerdi, tipik. Sayıları beklediğinden fazlaydı. Kılıcını çekti.
Affedilemez. Kesinlikle affedilemez.
Bazıları uyuyordu, bazıları hareket ediyordu. Geçtikleri her yolun arkasında ruhlarının bir izini, bir fosilini bırakan samurayların mabui yansımalarını parçalamaya koyuldu. Kılıcı hiçbir direnç hissetmeden ruhların içinden geçiyor, samuraylar birer birer kayboluyordu.
Neredeyse yirmi adamı sonsuz huzurdan menettikten sonra derin bir nefes aldı. Gerçekten nefeslenmesine gerek yoktu, ama iyi hissettiriyordu.
Gözünün kenarıyla gördü onu.
Anında sağındaki ağaca zıplayarak ilk dalına çıktı, saldırıyı güçlükle savuşturabilmişti. Aşağı baktığında seçebildi onu, sadece bir anlığına, o yeniden saldırmaya fırsat bulamadan. Kendisi dışında mabui dünyasına girebilen birisini görmeyeli uzun süre olmuştu. Bu samuray -hayır, bir ödül avcısı, tıpkı kendisi gibi- fazlasıyla hızlıydı. Hareket ettiğinde mabui izi dışında hiçbir şey seçilemiyordu.
Ronin onun hakkında daha fazla fikir edinemeden yine saldırdı. Sıçrayıp, onu tünemiş olduğu daldan atlayamadan yakaladı, kılıcı az daha Ronin’i iki eşit parçaya ayıracaktı. Kaçmak için geriye doğru adım attığında boşluğa basıp yere yuvarlandı. Adam da onun arkasından. Getaların göğsüne inmesiyle toprağa battı, eğer bu savaşı öbür dünyada yapıyor olsalardı kesinlikle bütün kaburgaları kırılmıştı. Ödül avcısı kılıcını tek elinde döndürüp, Ronin’in alnının ortasına doğru indirdiğinde, kılıcın ruhani beynine girmesine saniyeler kala bıçağı iki eliyle yakalamayı becerdi.
Adam etkilenmiş görünmedi. Şimdi suratının hatlarını daha iyi seçebiliyordu. İfadesiz yüzü sanki ağız göz burun olarak bir kâğıda çizilip adama yapıştırılmış gibi duruyordu. Kılıca daha sert bastırmaya çalıştı. Ameliyat olur gibi, bıçak milim milim yaklaşıyordu. Ronin de ödül avcısı da bırakmamakta kararlıydı, onur meselesi.
Ronin’in elleri zaten dua eder gibi birbirine yapışıktı, bu yüzden dua etmeye başladı.
“Hi fu mi yo i mu na ya ko to mo chi ro ra ne– “
Bu, adam için bardağı taşıran damla oldu. “Kapa çeneni! Kapa çeneni! Tanrılara saygısı olmayan senin gibi hamamböcekleri midemi bulandırıyor! Geber artık!” diye bağırarak kılıcı ellerinin arasından çekip tekrar indirmeye yeltendi.
Ama Ronin’in beklediği tam da böyle bir açıktı. Kafasını hızlıca yana çevirdi ve bıraktığı kılıç sağır edici bir çınlama ile yanında toprağa saplandı. Adamla ikisi aynı anda kılıca uzandılar, Ronin kesinlikle dojoda öğretilmeyen bir hareketle herifin eline tekme attı ve yuvarlanıp onun saldırı noktasından uzaklaşırken kılıcı da eline geçirdi.
Ayağa kalktı, sağ elinde kendi kılıcı, sol elinde ödül avcısınınki ile.
Ronin refleks olarak iki kılıçlı pozisyonu aldı, niten ichi-ryū, iki cennet bir arada. Ödül avcısı ona insanlık dışı bir nefretle bakıp kısa kılıcını çekti. Adamın boğazına doğru saldıracağını ön gördüğü için aşağıdan katana, yukarıdan wakizashi ile onu engellemeye gitti. Herifin kılıcı Ronin’in kılıçlarının arasına sıkıştı. Hareket edemeyeceği kesinleşince bir küfür koydu.
Ronin makas gibi kullandığı çifte kılıcıyla ödül avcısının kılıcını kavradı. Çekip fırlattığında ödül avcısının kılıcı, uzaktaki ağaçlardan birinin gövdesine saplandı. Adam son bir küfür savurup anında geriye sıçradı, o da peşinden. Kılıçlarını iki tarafa savurmasıyla adamın ruhu üç eşit parçaya kesildi.
Kılıçlar şeffaflığın içinden sanki suyu kesmeye çalışıyormuş gibi kaydı. Ronin’in ayakları yere değdiğinde ödül avcısının mabui izi hâlâ havada süzülüyordu, ruh dünyası fizik kurallarını umursamaz.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Adamın her an yok olmasını beklerken onun yerine hızla yerde dengesini bulup ayağa kalktığını görerek duruldu.
“Ah,” dedi Ronin kendi kılıcını kabzasına sokarken ödül avcısınınkini yere fırlattı. “Sen de benim gibisin.”
Adamın yüzü sinirle büküldü. “Beni kendinle karşılaştırma, acınası böcek.” Ve saldırdı.
Ne ara yerden kılıcını yeniden eline aldığını göremedi ama kılıcın içinden geçtiğine emindi. Bu sefer adam onun gözlerinin ferinin sönmesini bekliyordu. Elini uzatıp ödül avcısının omzuna koydu. Hiçbir şey olmazken Ronin güldü.
Adam sinirden kıpkırmızı olmuştu. “Neden! Gebermiyorsun! Artık! Ucube! Ucube! Ucube!” diye çılgınca bir öfkeyle bıçağı karnından çekip tekrar ve tekrar sapladı. Ronin içine girip çıkan bıçağı garip bir ilgisizlikle izliyordu.
“Lanet yüzünden.” dedi Ronin. “Hayvanlar gibiyiz, ruhlar dünyasıyla bağlantımız herkesinki gibi değil. Yakında sadece bedenden oluşacağız.”
Adam cevap vermedi.
Ronin devam etti, “Bir tedavi arıyorum. Kuzey’e, Ainuların bölgesine gideceğim. Hayvanların ruhlarını sadece onlar biliyor. Benimle gelebilirsin.”
Rahatsız edici sessizlik bir süre tanrıydı. Sonra kulaklarını tırmalayan, korkunç bir ses dalgalandı, Ronin yüzünü buruşturdu. Adam acayip, sinirsel bir kahkahayla gülüyordu.
“Tedavi mi? Tedavi mi?” dedi çakıllı sesiyle Ronin’i zorlanarak taklit ederken. “Ainular mı?” Gülmekten ikiye katlanmıştı, nefes nefese hırıltılar çıkarıyordu artık. “Gerçekten salak olmalısın. Evet, cidden salaksın ha.”
Aniden sesindeki bütün zorlama neşe yok olmuştu. “Sana o barbarların ne yapacağını söyleyeyim. Kanını akıtıp bağırsaklarını yiyecekler. Ama tedavi bu diyorsan Hokkaido’ya kadar gitmekle uğraşma. Seve seve sana yardım ederim.” Mabui silueti tamamen kayboldu.
Siktir.
Ve Ronin uyandı.
Bunu anlayabiliyordu, çünkü yüzüne dokunduğunda, elleri daha fazla orada durmak istemedi. Hemen ayağa kalktı ve Şeytan Köpek’in bıraktığı yerde olmadığını gördü. İçini hastalıklı bir korku kapladı.
Ormana atıldı. Daha önce geçtiği yolları geçiyordu, bir ağaca tırmandı ve yolun geri kalanını dalların üzerinde koşarak aldı. Sadece saçlarını görse yeter, onu görse yeter-
“Ah.”
Şeytan Köpek gelişini duymuştu, aşağı baktığında onunla göz göze geldi. Biraz gergin duruyordu. “Günaydın.” Tabancası elinde, dumanı üstündeydi. “Kuş yuvası filan arıyodum da kahvaltı için. Ee…”
Ronin ağaçtan aşağı atladı. Öbür dünyada öldürdüğü bütün samuraylar buradaydı. Ama dikkatini tam Şeytan Köpek’in ayaklarının dibinde yatan dev ceset çekti. Ronin tuttuğunu fark etmediği bir nefesi verdi. Şeytan Köpek ikisinin de postunu kurtarmıştı.
“…Onu tanıyor muydun?” diye sordu Şeytan Köpek endişeyle.
Ronin başını hayır anlamında salladığında rahatlamayla içini çekti.
Beyni toprağa saçılmıştı. Maskesinin ortasında, dümdüz suratının yerinde devasa, siyah, kanlı bir delik vardı.
“Senin gibilerin olduğunu bilmiyordum.”
“Ben de.”
Cesedin yanına çömeldiler. Adamın elleri devasa ve kıllıydı, uzun tırnaklarının katkısıyla Ronin’in ellerinin neredeyse iki katı gibiydiler.
“Cesetlerin üzerlerini arayalım,” dedi Ronin, elinden geldiği kadar soğukça. Şeytan Köpek başını salladı.
永遠に青空。
Dağdan inen yol çok engebeli değildi, ama uzundu. Şeytan Köpek’in yaralarının da mucizevi bir şekilde iyileştiği yoktu, hatta gittikçe daha kötü oluyordu. İkinci sabah yemek arayışından eli boş döndükten sonra Ronin yine meditasyonuna daldı. Şeytan Köpek ikisinin de karınlarının gurultusuna rağmen odaklanabilmesine şaşırmıştı. Uzun bir süreden sonra Ronin hafifçe sırtını kamburlaştırdı, bu uyandığını gösteriyordu.
Şeytan Köpek, kollarını kafasının arkasında kavuşturmuş yatıyordu. Can sıkıntısından ve açlıktan tütün stokunun tamamını eritmişti, boş kiseru öylece aralarında duruyordu.
Bir anda, “Hâlâ kasabaya gitmeyi düşünüyor musun?” dedi Ronin. Sesinin berraklığı Şeytan Köpek’i şaşırttı.
İrin ve kan ile lekelenmeye başlamış sargılarına bakıyordu.
“Evet?”
Ronin başını sallamak dışında bir şey eklemedi. Bu gerçekten onu kasabaya kadar taşıyacağı anlamına mı geliyordu? Ancak neşesi bir anda söndü.
“Karşılığında sana vereceğim bir şeyim yok,” dedi Şeytan Köpek, belki de gerektiğinden daha sertçe.
Ronin onun ne demek istediğini belli ki çözmeye çalışırken kısa bir sessizlik oldu. Sonra gerginlikle, “Hayır, hayır. Senden bir şey istemiyorum. Zaten benim yüzümden seni yakaladılar. Açıkçası…” Yutkundu. “Sana dün yalan söyledim. Gerçekten senin başına konulan ödül için geldim, dün yani.”
“Hadi canım!”
“-ve izini takip etmek gerçekten zordu da. Eğer o kadar büyük bir yaygara çıkarmasaydım muhtemelen asla yakalanmazdın. Ama artık…” Uygun kelimeleri bulmaya çalışıyordu.
Şeytan Köpek omuzlarını silkti. “Boş versene, ben de zaten o herifleri öldürmeyi planlıyordum.”
“Kibar olmana gerek yok.”
“Hayır, gerçekten!” diye bağırdı Şeytan Köpek. Kibar olmakla suçlanmaktan nefret ederdi. “Lokanta dopdolu olduğu için maskemi çıkarıp da huzur içinde yemeğimi yiyemiyordum, manyağa bağlamak üzereydim. Senin çıkardığın olay sayesinde eriştemi bitirebildim. Tamam, sonra dayak yedim ve neredeyse yakılıyordum ama…” Burnuyla üst dudağı arasındaki boşluğu gerginlikle kaşıdı. “Ben de sana teşekkür borçluyum. Hem erişte için hem de zorunda değilken o psikopatların eğlencesini bozup bana yardımcı olduğun için.”
Ronin onun yüzünde bile çok salak duran bir şaşkınlıkla ona bakıyordu. Ama sonra kendine gelmeyi başardı ve yeniden sırtını Şeytan Köpek’e döndü.
“Bir şey değil,” dediğinde Şeytan Köpek sesinde birazcık mahcubiyet işiterek gülümsedi.
Tahmin ettikleri gibi iki gün sonra Shiniyo’nun ilk ışıklarını gördüklerinde ikisi de terli, pis ve yorgundular. Şeytan Köpek bacaklarının ampute edileceğinden korkuyordu ve Ronin’in de sırtına en küçük hareketinde kramp giriyordu. Çoktan gece olmuştu, ama yine de kasabanın tek konaklama yerinde bir oda bulabildiler.
Sonraki gün kasabada şifacı aramaya çıktılar. Görünüşe göre vardı ama biraz uzakta yaşıyordu. Onlara bunu anlatan nazik, ufak tefek kadın “sadece iki günlük” yol olduğunu söylediğinde Şeytan Köpek gözlerini devirdi. Ama gerçek bir şifacının yerini tutamasa da ilaçlar satan ufak bir dükkân vardı ve Şeytan Köpek birkaç çeşit merhemin yanında acayip bir tütün de satın alabildi. Kaldıkları yere dönmeden önce ölü samuraylardan ceplediği parayla kendine yeni bir kimono, kırmızı bir haori ve barut da aldı. Yakındaki tefeciye samurayların silahlarını bıraktıktan sonra geri dönen Ronin’in adımlarını duyduğunda haoriyi arkasına sakladı hemen.
O akşam tatlı kokulu tütün dumanı arasında yemekleri geldiğinde sevimli yaşlı kadın yanında bir de çaydanlık ve bir koca şişe shochu getirmişti.
“Müessesemizin ikramı,” dedi gülümseyerek. “Ah, rahatsız olmayın.”
Şeytan Köpek ve Ronin bir an şişeye, sonra da birbirlerine baktılar.
“Hediye köpeğin dişine bakılmaz, demiş büyüklerimiz,” dedi Ronin, şişeyi açarken.
Sadece birazcık kafası iyi Şeytan Köpek burnundan domuz sesi çıkararak güldü. “Neden sürekli deyimlerle konuşuyo’sun?”
“Sen sürekli deyimlerle konuşuyorsun, seni taklit ediyordum,” diye cevapladı Ronin, kaşları çatık. “Belli olmuyor mu? Espri yapıyorum.”
“Ciddi samuray sesinle mi?”
Buna cevap vermek yerine Şeytan Köpek’i omzuyla itti.
“Ah! Üstüne döküyordum salak!” dedi o sırada bardaklara kaynar suyu dolduran Şeytan Köpek. “Sen de benim gibi merhem sürersin sonra.”
“Ama uyumlu yara izlerimiz olur,” diye güldü Ronin, bardaklardan birini alırken. Bir süre düşüncelere dalmış gibi gözüktü, bunu sık sık yapıyordu. Sonra bardağını onunkine doğru uzattı. “Bu iyi bir zamana denk geldi. Sonuçta kutlama yapıyoruz değil mi?”
“Neyin kutlaması?”
“İlaç buldun ya. Artık yine özgürsün.”
Şeytan Köpek durdu. Evet, artık Ronin ile seyahat etmesi gerekmeyecekti. Bir anlaşmaları filan yoktu, sadece ona bu seferlik yardım etmişti, o kadar. Onu tanımıyordu bile.
Bir süre daha beraber kalsalar bile sonuç aynı olmaya mahkûmdu. Bir yerlerde yolları ayrılacaktı. Yakında Ronin, Ezo bölgesine acayip insanlarla ayı bağırsağı filan yemeye gidecekti, Şeytan Köpek ise…
Açıkçası, Şeytan Köpek her zamanki gibi nereye gideceğini bilmiyordu. Çünkü onun felsefesi, yaşayış şekli buydu, değil mi? Şu ana kadar zaten kendi kurallarını yeterince çiğnemişti ve Ronin’i ilk gördüğünden beri sadece başına gereksiz bela açmıştı.
Şeytan Köpek ne zamandan beri eski hayatının onu sıktığını ve yorduğunu anımsayamadı.
Her neyse, muhtemelen (daha) sınır dışı edilmediği birkaç ili ziyaret edebilirdi. Neydi o eski laf? Mavi gökyüzü, sonsuza kadar.
Ronin’e döndü. Bu ışıkta sıcacık görünüyordu; gözleri, cildi, onun hakkında her şey toprak rengiydi. Şeytan Köpek ilk başlarda bu salaktan nasıl irkilmiş olduğunu cidden merak etti.
“Kanpai!” dedi, bardakları tokuştururken.
“Kanpai.”
İçkinin yumuşak bir rayihası vardı. Osaka’daki gaijinlerin tek malt viskisine benziyordu. Şeytan Köpek sıcağa aldırmadan fondipledi.
Hafif bir haah! koyuverdi, şimdiden çok daha neşeli. Ronin bardağının arkasından gülümsüyordu.
Uzun süredir korkmadan ve saklanmadan geçirdiği tek akşam buydu. Her zaman açlığını bastırmada iyi olmuştu ama böylesine değil. Kim bilir kaçıncı bardaktan sonra Ronin’in kahkahasını sonunda duyduğunu zannediyordu. Ama rüyasında da olabilirdi. Sanırım rüyasındaydı. Hatırlamaya çalıştığı her şey baş ağrısı. Futonları sermeyi unutmuş olmalılardı çünkü sırtı ağrıyordu ve üşüyordu. Uykuyla gerçeklik, ışıklar ve anılar arasında geçen araf… Sonrası ise bir gürültü ve acı ve karanlık.
Yüzüstü yatıyordu, çamura batmış. Hiçbir yerini kaldıracak güç hissetmiyordu. Hâlâ gece, yıldızlar yok. Sonunda soğuğun nereden geldiğini anladı, kimonosunun üstü kemerinden aşağı, beline kadar indirilmiş.
“Vay amına koyayım, bu karı yakuza, dövmelere bak,” dedi biri. Bir yumruk, saçından tutup kafasını çamurdan kaldırdı. “Önemli biri misin, ha? Belki de seni de öldürmeliyiz.”
Yüzündeki çamur, yağmurla yanaklarından aşağı aktığında onu gördü.
Sırtı bir ağaca dayalı. Eğer kendini yeterince kandırırsa dinleniyor olduğunu düşünebilirdi. Evet, dinleniyor veya meditasyonda, sık sık yaptığı gibi. Sadece yaralanmış o kadar. Bir şeyi yok. Yarın şifacıya gidecekler zaten, o ne yapacağını bilir.
“Ha? Özürlü mü bu?” Adam yumruğunu havada salladı, saçlarının yarısı kopuyor, gözlerinin önüne düşen dağınık teller. “Cevap versene lan!”
Ama nefesini duyamıyordu. Pür dikkat dinledi, o ses için. Ve nefesini duyamadı. Nefesini duyamadı.
Adamlar etrafında gülerken Şeytan Köpek adlandıramadığı bir şey hissediyordu.
Siktir. Eğer ona ulaşabilse, yanına gidebilse… Ama ellerini ona doğru uzatmaya çalıştığı an bir şey oldu. Hırlama, karanlıkta hızla hareket eden tedirgin edici bir figür, inanılmaz bir koku. Bir vahşi hayvan dişlerini ona bağıran adama geçirmişti. Saçlarını tutan yumruk gevşediğinde kafası çamura geri düştü.
Kafasını geri kaldıracak gücü yoktu, bu yüzden sadece dinledi. Adamın direnç göstermeye fırsatı olmadı, kendi kanında boğuluyorken çığlıklar… Şeytan Köpek ellerini kaldırıp zorlukla kulaklarını kapadı, duymamak için. Ama duyuyor; vücutlardan ayrılan uzuvlar, çiğnenen et parçaları. Ne kadar sürdü emin değildi, kalbinin gürültüsü yaşanan katliamı bastırana kadar orada cenin gibi kıvrılıp yattı. İnsanların öldürüldüğünü daha önce de duymuştu ama asla böylesini değil. Onun sırasının gelmesini bekledi.
Sağ omzunda hissetti ilk dişleri. Sıcak nefes boynunda ve yanağında, battığı yerdeki acı şok etkisi veriyordu. Bir çığlıkla kafasını kaldırdı veya hayvan onu çekti, hangisi emin değil.
Göz göze geldiler. Her şey eşit derecede siyah ve tehditkâr.
“Yapma, canımı yakıyorsun,” dedi Şeytan Köpek, yutulmak üzere olmayan kolu ile onun boynuna sarılırken. Canavar inledi, insanla hayvan arası, ilkel bir şey. Şeytan Köpek yüzünü onun boynunun kıvrımına gömdü. “Ah, ağzındaki kan için özür dilerim. Keşke hepsi benimki olsaydı.”
Ani, inanılmaz bir acı bütün hislerini köreltti ve serbest kaldığı gibi yere yuvarlandı. Eskiden Ronin olan canavar kolunu geri kusarken tuhaf, gurultulu sesler çıkarıyordu, yerde iki büklüm. Şeytan Köpek yattığı yerde salyayla kaplı ve diş izi desenli omzunu vücuduna bastırdı, kolunun ısırıldığı yerden lıkır lıkır kan akarken. Tanrılar, bütün kanı dışarısında gibi. Görüşü bulanıklaştı.
Bu sefer gözlerini açamıyor, daha hazır değil.
“Ah, çocuğum,” diyor bir ses. Berrak bir erkek sesi. Izanagi-kami?
“Bunun olmaması lazımdı, hayır, daha değil,” diyor Izanagi, düşünceli. “Bunu nasıl göremedim… Düzeltmemiz lazım, değil mi? İkimiz de biraz sonra olacak şeyleri istemeyiz. Ne yapmalı!..” Birçok seçeneği gözden geçiriyor gibi mırıldanıyor. Sonunda, “Tamam, buldum. Evet,” diyor. Omzunda bir el. “Hazır mısın?”
Denizin dibinde boğulurken bir anda havaya çıkmışçasına ciğerleri kasılırken pıhtılaşmış kan öksürdü.
Siktir. Tütünü cidden bırakmalı.
Başının zonklaması kafasına inen çekiçler gibi hissettirse de yerden destek alarak güçlükle kalkmayı becerdi.
Tam önünde, çamurun içinde dövmeleri çok tanıdık bir kol uzanıyordu. Renkli nilüfer desenlerini ve uzun tırnakları incelerken hafızası yerine geri geldi. Her şey sonunda dank ettiği an beynindeki bütün düşünceler aksadı.
Az önce doğrulmasına yardımcı olan iki sağlam koluna bakakaldı. Daha doğrusu bir sağlam, bir mor renk parlayan şeffaf koluna.
Izanagi ne yaptı lan bana?
Bu sıra dışı gelişmenin şokunu daha atlatamamışken, yere kusmaya devam eden canavarın sesleri onu düşüncelerinden sıyırdı.
Mantığı tersini söyleyemeden çoktan ayağa kalkmış, onun yanına gidiyordu. O ise kemik parçalarından, tanınmaz hale gelmiş organlara; yarı sindirilmiş et ve oluk oluk kan kusmakla fazla meşguldü, gelişini fark etmedi. Ne kadar kusarsa kussun, çıkardığı parçalar etraftaki cesetlerde eksik olandan daha az. Şeytan Köpek canavarın sırtını okşayıp uzun saçlarını geriye tuttu, ona dokunduğunda Ronin gözle görülür şekilde rahatladı ve ağlama-iniltileri kesildi. Bu iyi, sanırım.
Etrafa bakınca tabancasını da Ronin’in silahlarını da göremedi. Çalmış olmalılar, o piçler. Şeytan Köpek dişlerini sıktı.
Belli belirsiz canavara doğru konuştu. “Hemen geri döneceğim,” dedi, tutabileceğinden emin olmadığı bir söz verirken. Canavar onu anladığını belirten bir şey demedi.
Ve Şeytan Köpek yavaşça elini ondan geriye çektiği gibi koştu. Onları hırpalayıp soymuş adamları muhtemelen diğer kasabalılar bekliyordu. Onlara shochu getiren kadın bile… Şeytan Köpek dudağını ısırdı. Nasıl bu kadar salak olabildim? İlk defa bir yol arkadaşının olması onu toylaştırmış olmalı. Ayrıca bahsi geçen yol arkadaşını inanılmaz kuvvetli —ve görünüşe bakılırsa şekil değiştirebilen?— tek kişilik bir ordu olmasının verdiği güvenden de olabilir.
Yağmur başlarken çamurla kan üstünden aktı. Karanlığın içinde hafifçe parlayan kolu olmasa önünü göremeyebilirdi. Sırıtıyor. Müthiş bu.
Kasabaya vardığında, konuşma tarzları ve kelime seçimleri Ronin-canavar’ın parçaladığı adamlara çok benzeyen çeşitli erkek seslerini ayırt etmesi, yağmurun gürültüsü altında bile zor olmadı. Çok fazla Shiniyolu günün bu saatinde uyanık değil, belli ki yerel serseriler dışında.
“Şimdiye dönmeliydiler.”
“Biraz inancın olsun Torazo,” dedi yaşlı bir kadın. “Yağmur başladı bir de üstlerine, iyi mi. Üşütecekler…”
Şeytan Köpek sinirden bağırmamak için yumruğunu ısırdı. Parçalanmış cesetlerin halini görse keşke sadece üşütmüş olmalarını yeğelerdi, manyak karı. İlaçlı shochu ha? Tarifini istemeli.
Evin ahşap zeminine çıplak ayakla bastı, çıt çıkarmadan. Işık oyunlar oynuyordu, kâğıt perdenin arkasındaki figürler kuklalardan farksız. Bıçağına uzandı ve yukarıdan başlayarak kâğıdı boydan boya yırttı.
Kadının, Torazo olduğunu tahmin ettiği kabadayı kılıklı herifin ve diğer adamların gözleri ona döndüğünde sırıttı.
“Selam. Bölüyor muyum?”
Ve sırtı ona dönük oturan adama —çığlığını duyduğunda tanıdığı sesine bakılırsa, kesinlikle Torazo— bıçağını sapladı. Kimonosunun üst kısmı daha gevşek olduğu için yakuza dövmelerini görebildiği sevimli yaşlı teyze de dâhil herkes kılıçlarını çekti. Sonunda çırpınmayı ve çığlık atmayı bırakan Torazo, Şeytan Köpek’in bıçağından kayıp yere devrildiğinde bağırarak üstüne çullandılar.
Şeytan Köpek geriye adım atıp saldırılarından sıyrılarak yağmurun altına çıktı. Adamlar peşinden atladılar, elinde onun tabancasını dengesizce tutan salak da dâhil.
Dört kalp atışı. Kalbi adrenalinle güm güm çarpmayan sadece bir tanesi. Adamlar öne atılırken arkada kalan nine, kısık gözlerle onu izliyordu.
Ronin’in kılıcını tutan en öndeki adam savaş çığlığını koyup ona saldırdı.
“Anikinin intikamını alacağım, seni pis kaltak!” tarzı sıkıcı bir şey demeyi de ihmal etmedi. Ama savurmayı denese de kılıç, ona itaat etmiyordu. Ronin’e ettiği gibi değil. Şeytan Köpek, adamın sol göz yuvasına soktu bıçağı. İntikamcı anında donuverdi.
Bıçağı çevirdiğinde adamın beyninin parçaları burnundan, ağzından aktı. İnsanlık dışı bir çığlık attı, ağzının içinden yemek borusunu görebileceği kadar. Adam şok içinde kılıcı yere düşürdü ama Şeytan Köpek o sırada Ronin’in diğer kılıcı ile koşan adamı çok geç olana kadar fark etmedi. Sırtına no harfi şeklinde bir kesik açıldığında bir an bütün görüşü acıyla kıpkırmızı oldu. Saniyede yüz nefes alıyordu.
Dizlerinin üstüne düştü ancak o sırada beynini bıçağıyla karıştırdığı adamın düşürdüğü kılıcı yerden aldı. Ayağa kalkamadığından, ancak onu çizen adamın bacaklarından geçirebildi kılıcını. Tofu keser gibi ikiye ayrıldı bacaklar ve adam bağırarak yere yıkıldı.
Şeytan Köpek, yerde çığlık atarak yuvarlanan adamı ıstırabıyla ve yanı başındaki beyni akmış cesetle baş başa bırakıp, zorlanarak ayağa kalkarak onun tabancasını kullanmaya çalışan adama doğru ilerledi.
“G-geride dur! Sen ve p-parıldak kolun! Geride dur yoksa seni öldürürüm!” diye kekeledi, toparlak suratlı adam.
Şeytan Köpek geride durmadı. “Y-yoksa n-n-ne olur h-ha?” diye adamın taklidini yaparken kıkırdadı. Sonunda adamın kalın parmağı tetiği çekmeyi becerebildiğinde, acınası bir puf! ve barut dumanı dışında hiçbir şey çıkmadı silahtan. Şeytan Köpek bir kahkaha koyuverdi.
“Çakmaklı silahlar ıslanınca çalışmaz, geri zekâlı!”
Ne olduğunu kavrayınca, panikleyip kendi üstünde silah var mı diye aranan adama doğru koşup karnını kesmek çok kolay oldu. Kimonosunun ve göğsünün her yerine kanı fışkırdı. Herif adım atınca, bağırsakları dışarı doğru sarktı, tuza bandırılmış sümüklü böcekler gibi birbirlerine dolanarak yere döküldüler. Ağzından kanlı köpükler gelen adam gürültülü bir şlap sesi ile yere düşerek öldü.
Arkasından yaklaşan bacakları kesilmiş adamı duydu. O kadar üzücüydü ki Şeytan Köpek’in gülesi bile gelmedi. Elinde bir kılıçla çamurda sürünüyordu, zavallıca bir teşebbüs. Adamın boğazına neredeyse tıbbi bir çizik attı.
Sesler tamamen kesildi, tatmin olmuş bir şekilde odaya geri dönerken bir alkış onu ürküttü. Hay sıçayım, nineyi tamamen unuttum.
“Ah, selam. Çoktan kaçmışsındır diye düşünmüştüm,” dedi Şeytan Köpek, kılıcı hazırda.
Kendini bir bok sanan nine, kaçmadığı yetmemiş gibi bir de kiseru tüttürüyordu. ONUN kiserusunu hem de!
“Maalesef o kadar da şanslı değilsin canım,” dedi nine, dumanını üflerken. “Benden kurtulmak çok kolay değildir, birçok kişi denedi.”
Şeytan Köpek gözlerini kısıyor. “Ee? Bir şey diyeceksen sadede gelir misin çünkü seni öldürmek üzereyim.”
Bunun üzerine kadın ona korkunç, aç gözlerle baktı ve buruş buruş, dal gibi elini kaldırıp tek parmağıyla yeni kolunu işaret etti.
“Onu istiyorum.” Dişsiz bir ağızla gülümsüyordu. “Gördüğün gibi artık savaşamıyorum çocuğum. Eskiden tıpkı senin gibiydim, ikimiz de güçlü yakuza kadınlarıyız, değil mi? Hadi bana bir iyilik yap da sırrını söyle. Karşılığında benden ne istersen veririm.”
Şeytan Köpek gerginlikle sırıttı. Güçlü yakuza kadınlarıymışlar, ha? Tabii, güçlü yakuza seks köleleri kulağa o kadar çarpıcı gelmiyor. “Bilsem de sana söylemezdim, obaasan.” Kılıcını şov yapmadan kadının karnına sapladı. Kadının gözleri bir büyüdü ama hiç ses çıkarmadı, en küçük şeyde bağıran, küfrü koyan, vızıldayan adamları gibi değil. Hâlâ kılıçta şişliyken yavaşça, kesik kesik hareket ederek Şeytan Köpek’e döndü ve bomboş ağzını açtı. Sonra aniden gevşiyor ve öne düşüyor, müteveffa.
Şeytan Köpek tüyleri diken diken halde, kılıcı yaşlı kadının içinden çekti. Kaç dakika orada sadece nefes alıp vererek adrenalinin dinmesini bekledi bilmiyordu.
Etrafa saçılmış eşyalarını toparlamaya başladı. Sırtındaki açık yara iyice kendini hissettiriyordu. Homurdanarak, toparlanmayı bırakıp yerde duran sake şişesini sırtına boca etti, alkol yakıyor ama en azından tanıdık bir acı. Etraftaki kumaşlardan kestiği şeritleri sırtına doladı.
Üstündeki yırtık, kirli, kanlı ve ıpıslak eski kimonosunu çıkarıp dün aldığı ve giymeye daha kıyamadığı pembe kimonoyu giydi. Tertemiz kumaş, yanıklarla desenli bacaklarını, sırtındaki yarayı, Izanagi kolunu ve artık sadece tek kolundaki dövmeleri güzelce kapadı, kan lekelerini uzun süre uzak tutamasa da.
Ronin’e aldığı kırmızı haoriyi bulunca istemsizce göğsüne bastırdı.
Dışarı çıktığında yağmur altındaki yürüyüş neredeyse arındırıcı.
Sonunda onu bıraktığı yere vardığında kalbi dibe batıyor. Etrafta sadece uzuvları olmayan, tanınmayacak hale gelmiş cesetler.
“Buradayım,” diye hırıldadı bir ses ve Şeytan Köpek rahatlayarak bir nefes verdi. Ronin önüne atladığında Şeytan Köpek geriye doğru istemsizce bir adım attı.
Upuzun saçları ilk defa açık ve dağınıkken, son bıraktığı halinden çok daha farklı görünüyordu. Bütün o adamları yerken yüzü ürkütücüydü, onu ilk tanıdığında olduğunu sandığı canavarın kanıtı gibi. Ama şu anda… Birkaç eklenti dışında normal halini andırıyordu. Bacakları bir kedininki gibi dört ayakla koşmaya uygun formda ve elleri daha büyüktü. Şu an kambur dursa da gereğinden fazla uzun. Cüssesi yüzünden, şimdi onun yüzüne bakabilmek için Şeytan Köpek kafasını gidebildiği kadar yukarı çevirmek zorunda.
“Ah… Kılıcın bende. Geri aldım,” dedi Şeytan Köpek, silahı ona etten koluyla uzatırken.
Ronin, gözlerini yerden ayırmıyordu. Omuzları sanki kendini daha büyük, daha korkunç göstermek için kalkık, konuştuğunda titriyorlar.
“Neden geri geldin ki? İntihara meyilli misin?” dedi neredeyse hırlayarak.
Şeytan Köpek bir adım daha geriledi. Sesi… farklı.
“Ronin…” diye konuşmaya başladı ama onu böldü, “Hayır. Fikrimi değiştirmek için diyebileceğin hiçbir şey yok. Seninle gelmem bir hataydı, tehlikeli olabileceğimi biliyordum ama… Ama bu…” Nefesi tıkanıyor. “Özür dilerim. Lütfen beni burada bırak.” Sonunda Şeytan Köpekle göz göze geldiğinde göz bebekleri sivri, etobur bir canlı gibi. Yanaklarındaki gözyaşları mı yoksa yağmur mu emin değil. Şeytan Köpek kılıcı yere düşürüp ona yaklaşınca Ronin sanki canı yanmış gibi geri geri yürüdü.
“Bak, dediklerimi duyuyor musun? Ya tekrardan kontrolü kaybedersem ve saldırırsam? Hayatta kalabilecek misin o zaman? Ne olur yaklaşma—”
Şeytan Köpek ona değecek kadar yakınlaşabildiğinde Ronin’in sırtına kırmızı haoriyi sardı. Ronin bir anda kaçmayı bıraktı. Şeytan Köpek tepkilerini izliyordu ve onun bir şey demesine izin vermeden mor parlayan elini Ronin’in yanağına koydu ve anında onun üstündeki etkisini gördü.
“Sen?.. Ne?..” diyebildi sadece.
“Ha evet, bahsetmeyi unuttum. Yeni kolum bu, çok iyi değil mi?”
“Sen mi yaptın bunu?” dedi Ronin iki elini Şeytan Köpek’in elinin üstüne koyarak. “Şeffaf görünüyor ama hissedebiliyorum da. Bu… mabui mi?”
“O ne demek bilmiyorum. Bunu rüyamda Izanagi-kami bahşetti, sen kolumu yedikten sonra,” dediği anda pişman oldu çünkü Ronin’in yüzü hızla beyaza attı.
“KOLUNU MU YEDİM?”
“Ya evet, ama kustun sonra,” diye geveledi Şeytan Köpek. Durumu daha da kötüleştiriyordu. “Çok acımadı hem! Yani acıdı ama hemen bayıldım, o yüzden çok hissetmedim.”
Şeytan Köpek konuşurken Ronin’in yüzü beş farklı duygudan geçti. Ama sonra en beklenmeyeninde durdu ve Ronin içten bir kahkaha attı.
Şeytan Köpek kulaklarına inanamıyor.
“Özür dilerim, sadece… Çok garip bir durum bu. Hah, sinirlerim bozulmuş olmalı.”
Şeytan Köpek çok nadiren kulaklarına inanamaz. “Sen az önce… güldün mü?”
“Eh.” Ronin yüzünde şapşal bir ifadeyle ona baktı. “Sen beni hep güldürüyorsun.”
Şeytan Köpek yüzünün ısındığını hissedebiliyordu. “Hayır, normalde ya hıf diyordun veya gülümsüyordun sadece. Bu gerçek bir kahkahaydı.”
“Gerçekten mi? Sanmıyorum.”
“Nasıl sanmıyorum! Bütün bu yolculuğun başından beri seni güldürebilmek tek hedefimdi! Ve bunu, moralini yanlışlıkla aşırı bozarak becerdim! Çok karışık şeyler hissediyorum şu an, amaçsız kaldım gibi.”
Yine o kahkaha. Ronin eğilip alnını onun omzuna yasladığında Şeytan Köpek tetik parmağını sıkmaya hazırlanıyormuş gibi nefes almayı bıraktı.
Öylece bir süre durduktan sonra, “Neden bana hiç adımı sormadın?” diye sordu Ronin bir anda.
Şeytan Köpek konunun ani değişimine biraz şaşırdı ama bu noktada her şey o kadar absürt ki çok da rahatsız etmiyordu. “Sorsam söyler miydin?”
Ronin durdu. “Bilmiyorum. Sanırım söylemek isterdim ama…”
Ah. “…Artık sana o kadar uzak ki anlamı yok gibi hissediyorsun?” diye tamamladı Şeytan Köpek.
“Evet. Aynen.”
Demek böyle. “Söylemene gerek yok ama sen söylersen ben de söylerim.” Şeytan Köpek kollarını Ronin’e doladı.
“Belki başka bir gün.” Dedi dokunuşuna doğru erirken Ronin.
“Tamam o zaman,”
Bir süre sonra, “Beni kurtardığın için teşekkür ederim. Ayrıca haori için de,” dedi Ronin. Kiraz ağaçlarının çevrelediği yola gelene kadar tek bir kelime daha konuşmadılar.
永遠に青空。
Ronin daha sonra ikisinin de ne kadar kötü gözüktüğünü fark etti. Durmak bilmeyen yağmur ikisinin de açık yaralarına kırbaç gibi iniyordu.
Patika dikleşirken ve gün ağarırken dağın eşiğinde rutubetli bir mağarada kamp yapmayı seçiyorlar. İçeride keskin bir hayvan kokusuyla, Şeytan Köpek mağaranın ağzında oturup kiserunun içine tütün doldururken Ronin ondan uzakta, gözlerini kapadı.
Mabui dünyasına geri döndü. Dönüşmeye devam ettiği o korkunç yaratık olmamak onu anında daha iyi hissettirdi.
Ayağa kalktığında, Şeytan Köpek şeklindeki buğulu figür onu karşıladı. Tahmin ettiği gibi, mor renk ışıldayan ruhunun izinde bir sağ kol eksik. Ronin böyle bir şeyin mümkün olduğunu bile bilmiyordu, bırak hiç eğitimi olmayan birisinin yapabilmesini.
“Usta?”
Sessizlik. Ronin içini çekip mağaranın içine doğru döndü.
Karanlık asla gerçek dünyada olduğu kadar baskılayıcı olmazdı burada. İlerledikçe mağaranın derinliği onu şaşırttı, ancak ne kadar derine gitse de mavi puslu ışık hep etraftaydı.
Yarı karanlığın içinde, en dibe ulaştığında bir ses dikkatini kuytu bir köşeye çekti. Dişi bir yaban domuzu ve en az on tane yavrusu. En azından onların bu dünyaya yansımaları.
“Yamakujira-san,” diye fısıldadı Ronin, onu okşamak için elini uzatırken. Hayvanlar, inançsız ve eğitimsiz insanlar kadar ruh dünyasından bihaber değildiler ancak fiziksel vücutlarına olan bağları yıllar geçtikçe artardı, tıpkı onun gibi. Hayvanın kara, boncuk gibi gözleri ona kenetlendi, en azından ona öyle geliyordu.
“Sana zarar vermek istemiyorum,” deyip yanına çömeldi. “Mağaranda misafir olabilir miyiz?” O an gördü dişi domuzun ne kadar zayıf olduğunu. Kemiklerinin sayılmasına bakılırsa o kadar yavru boşuna ona yapışmış süt emmeye çalışıyorlardı.
“Ah, zavallı anne,” dedi Ronin. “Ne zamandır burada yatıyorsun, hm?”
Domuz gözlerini kapadı.
“İkimiz de sadece zayıf, çaresiz canavarlarız değil mi?” dedi koyu renkli tüylerini okşarken.
Bir süre sonra yaban domuzundan izin isteyip önünde eğildikten sonra ayağa kalkıp küçük aileyi gerisinde bıraktı.
Ronin ellerini önünde birleştirmiş, dimdik otururken kendine geldi.
Uyandığı anda, gözlerini açmadan bile Şeytan Köpek’in bakışlarını üstünde hissetmek tuhaf. Tüylerinin diken diken olmasına aldırmadan sol gözünü araladı.
Ne beklediğinden emin değil, ancak beklediğinin tam önünde Şeytan Köpek’in onunla aynı şekilde bağdaş kurmuş görüntüsü olmadığından emin.
“Nereye gittin?” diye sordu Şeytan Köpek.
“Eh… Çok uzağa değil,” dedi şaşırarak. Şeytan Köpek her zaman belli ettiğinden fazlasını bilirdi. “Mağaranın içine baktım. Bir tane dişi yabandomuzu ve yavruları var.”
Şeytan Köpek’in gözleri aniden parladı. “Cidden mi? Yiyebilir miyiz?”
Ronin yüzünü buruşturdu. Düşüncesi bile rahatsız edici. “Hayır! Zavallının üstünde bir gram et yok, yavrular onu bitirmiş.”
“O zaman yavruları yeriz?”
Alnında bir damarın çıktığını hissetti. “Hiçbirini yemiyoruz! Onun mağarasındayız, biraz saygı göstermemiz lazım,” dedi Ronin.
Kısa bir sessizlikten sonra daha önce ondan duymadığı bir ses tonuyla “Bana bak.” dedi Şeytan Köpek. “Normalde senin inandığın şeylere ses etmiyorum ama en azından aç kalıp ölmemizi engellemeye çalıştığımı anla artık. Gerçek dünyadayız, ruhlar evreninde değil.” Mabui koluna baktı. “Ne kadar öyle görünmese de.”
Ronin buna bir şey dememeyi seçti.
Şeytan Köpek bir süre sonra ona dönüp içini çekti. “Avlanmaya çalışalım tamam mı? Bundan böyle önce kendimizi düşünmemiz lazım. Burada uzun süre kalabiliriz.”
“Ne kadar?” diye sordu Ronin.
“Birkaç hafta. Ortalık yatışana kadar başka kasabaya veya şu şifacıya gitmemeliyiz. Tohoku’da herkes bizi arıyor olacak.”
Ronin kaşlarını çattı ama sonra başını evet anlamında salladı. Şeytan Köpek’in yaralarıyla o kadar uzun süre dayanması fikrini sevmese de seçim şansları yok.
“Haklısın, bu arada. Her konuda. Affedersin,” dedi Ronin.
“Sorun değil. Hey!” Bohçavari çantasına uzandı. “Dikiş dikmeyi biliyor musun?”
Ronin kafasını yana yatırdı. “Birazcık. Neden?”
“Biliyorum çaktırmıyorum ama sırtımda devasa bir açık yara var.”
“Ne? Neden daha önce söylemedin?” Şeytan Köpek ona eski bir ip ve küçük bir miktarda barutu yerde yakarak dezenfekte ettiği bir iğneyi uzattı. Ronin’e sırtını döndüğünde ve kimonosunu çıkardığında yer yer kanla lekelenmiş sargıların onu karşıladı. Çok dikkatli olmaya çalışarak onları çözdü.
“İyi haber, kesik çok derin değil ve temizlemişsin sanırım?” Yara büyük ve korkunç ama en azından iltihaplanmamış.
“Evet, sake ile. Kötü haber ne?”
Ronin ikiye ayrılmış gibi gözüken kaplan desenine gözlerini kısarak bakıyordu.
“Daha fazla dövmem mahvolmuş deme.”
Ronin dikmeye başladı.
Yağmur damlaları mağaranın ağzına damlarken ritim tutuyordu.
“Baksana,” dedi Şeytan Köpek, artık iğne her battığında titreyip küfür etmeyi bırakmış, tütün dumanı ağzından ve burnundan semaya doğru dağılırken. “Bana da öğretsene.”
“Neyi?” dedi Ronin, yaptığı işe odaklı.
“Şu yaptığın… Ruhsal şey. Bir yerlere gitmek. Sanırım artık bir parçam o ruhlardansa, neyle uğraştığımı bilmeliyim.”
Ronin durdu. “Hah? Gerçekten mi? İnanmadığını sanıyordum.”
“Ih, belki birazcık inanıyorum. Tapınak okulunda yetiştirildim sonuçta ve Izanagi-kami ile bizzat tanıştım.” Ronin, Izanagi-kami hakkında şüphelerini dillendirecekken kendini durdurdu. Şeytan Köpek devam etti, “Ve samuray şeyi bu, biliyorum ama…”
“O önemli değil. Ben de çok harika bir samuray örneği değildim” diyor Ronin.
Şeytan Köpek buna sırıttı. “Deme ya.”
Uzanıp Şeytan Köpek’in saçlarını karıştırmak ve o havlamaya benzer kahkahasını atarken şu an arandıklarını, yaralı olduklarını ve Ronin’in muhtemelen daha da kötüleşeceğini unutmak çok kolay.
Yağmur dindi. Alternatif avlanma metotlarıyla yakalanan (Ağaçtan kılıçlarla atlayan Ronin ve kuruyan tabancayla hayvanlarda delikler açan Şeytan Köpek) iki dağ keçisinden sonra keyifleri çok daha yerinde. Ronin bir canavar için fazla kibarca ve Şeytan Köpek bir insan için fazla canavarca yiyor. Arta kalanlar anne domuzun.
Ronin’in gözleri kapalı. “Şimdi derin bir nefes al.”
“Bir saattir tek yaptığımız derin nefes almak.”
“Bu işi öğrenmek istiyor musun, istemiyor musun?”
Şeytan Köpek’in yanında içini çektiğini duyup gözlerinden bir tanesini hafifçe araladı. Ama onun da ona baktığını görmesiyle geri kapaması bir oldu.
“Gözlerini açmak yok demiştim,” dedi biraz utana sıkıla.
“Sen de açtın ama!” diye sitem etti Şeytan Köpek.
“Burada öğrenci olan ben değilim.”
Alaycı bir kahkaha. “Peki sensei.”
Ronin her seferinde onu bekledi. Şeytan Köpek’in içindeki inançsızlık kendini verebilmesini engellese de temelleri öğrenmeye uğraşıyordu. Pembe, mor ve turkuaz ışıklar etraflarını kapladı, hayvanların, bitkilerin, insanların ruhları bir ve tek; mabui dünyası.
Ronin her oraya vardığında karşısında Şeytan Köpek’in bedeninin şeklini görebiliyor, bulanık. Mağaranın içini su basmış, beline kadar suyun içinde otururken. Ona doğru uzandığında asla dokunuşu ona varmıyor ve bunu bilse de her seferinde düş kırıklığı yaşıyor.
“Uyan,” diyor, sesinde biraz tereddüt. Tepki yok.
Ronin içini çekerek arkasına yaslanıyor.
永遠に青空。
“Yapamıyorum,” diye haykırdı Şeytan Köpek, meditasyon pozisyonunu bırakıp sırt üstü yere serilirken. “İki haftadır uğraşıyoruz ve olmuyor işte. Biliyor musun, şimdi tuhaf gelebilir tam önümde kanıtı varken ama insanların ruhları olduğuna inanmıyorum artık. Yani içlerini gördüm, etten başka bir şey yok.”
Et kelimesini duyunca yanında oturan anne domuz kulaklarını yukarı kaldırdı.
Ronin bugün dördüncü trans halinden çıktığından beri sessiz. Şeytan Köpek alttan almaya çalıştı, “Ama öğrenmeyi istiyorum. Bahsettiğin gibiyse çok eğlenceli ve el âlemi uykularında filan öldürebiliyorsun! Neeee! Müthiş.”
“Onu asla yapma,” dedi bir anda Ronin, ciddiyetle.
“Ney?” diye sordu Şeytan Köpek, dirseklerinden destek alarak otururken. “İnsanları uykularında öldürmeyi mi?”
Ronin başını salladı. “Eğer birinin ruhunu yok edersen o zaman asla yeniden doğamadıklarına inanırız. Bunu yaşatmak inanılmaz bir günahtır.”
“Shirangana… Amma dindarsın ha. Sen sürekli yapıyorsun ama!”
Ronin ona uzun uzun bakıp sonra yeri incelemeye başladı. “Evet.” Kucağında kıvrılmış uyuyan domuz yavrularından bir tanesini dalgın dalgın okşuyordu. “Ben zaten lanetliyim, o yüzden fark etmez. Eğer birini çok öldürmemiz gerekirse ben yaparım.”
“Yaa, hani uyumlu olacaktık? Sen yanıklarla ve dövmelerle, ben de lanetleniverirdim.”dedi Şeytan Köpek. Dövmeler ona yakışırdı.
Ronin gülmeye başladığı gibi eliyle yüzünü kapadı. Şeytan Köpek buna somurttu, Ronin’in yanına doğru kaykılıp elini aşağı indirdi, “Neden manzaramı kapatıyorsun?”
Ronin buna sinirli sinirli güldü. “Manzara anlayışın buysa cidden tuhafsın.”
“Sadece yüzüne bakmayı seviyorum.”
“Bu da kanaatımı ispatlıyor.”
Şeytan Köpek kaşlarını çattı. “Bana bak beyefendi! Benim dışımda kimsenin seni aşağılamasına izin vermem. Buna sen de dâhilsin.”
Ronin’in yanakları gittikçe daha koyu ton bir kızıla dönüyordu. “…Tamam.”
Şeytan Köpek ne dediğinin farkına vardığında onun da yüzü hızla renk almaya başladı. “Ehem. Yavaştan toparlanmalıyız, şifacıya ulaşıp sonra da kış olmadan Ezo’ya varacaksak,” dedi bir anda, sanki Ezo’ya onunla gelmesi artık tartışma konusu olmayan basit bir şeymişçesine. Ronin ya fark etmedi ya da alttan aldı.
“Evet.”
“Sen en yakında hangi kasaba var kontrol eder misin?”
“Evet. Evet, onu yapayım hemen.”
Şeytan Köpek ayağa kalktı. “Seni rahatsız etmeyeyim. Ben de anne domuzla beraber avlanırım,” diye mırıldanıp ormana doğru yürümeye başladı, bir ıslığıyla anne domuz da peşinde.
Dudağını ısırdı. Ezo’ya kadar buna dayanabilir miydi bilmiyordu.
Birkaç gün sonra dağ patikasından inip kasabaya giden yola çıktıklarında arkalarından onları takip eden küçük adımları fark etmeleri uzun sürmedi.
“Of, hayır…”
“Merhaba ufaklık. Bizimle mi gelmek istedin sen?” diye bebek sesiyle konuşarak yavruyu kucağına aldı Ronin.
Şeytan Köpek arkasına dönüyor. “Ayak bağı olur sadece. Annesi gelseydi ya.”
“Bu da büyüyecek!”
“Bütün yemeklerimizi yiyerek.”
Ronin ve yavru domuz acıklı acıklı bakarak ona döndüler. “Lütfen?”
Şeytan Köpek içini çekti. “İki gün aç kaldığımız anda onu yerim haberin olsun.”
Ronin yavruyu kimonosunun içine bebek gibi yerleştirirken tatlıydı ama Şeytan Köpek bu düşüncenin sesli söylenmesine izin vermedi. Domuz tatlılıkla Ronin’e dönüp vikledi. Yalaka. “İsim önerilerin var mı?” diye sordu Ronin, mutluluktan ağlamak üzere.
“Pastırma.”
“Çok kötüsün!”
永遠に青空。
Yuzawa’ya vardıklarında hava gittikçe soğumaya başlıyordu.
“Biraz da sessizliğiniz için,” diyerek üç gümüş para daha uzattı konağın sahibine.
Kâğıt kapı hızla kapandı ve Şeytan Köpek ve Ronin yalnızdılar.
“Bu sefer alkol yasak,” diye uyardı Şeytan Köpek.
“Hmm. Gerçi zehirli shochu içmesek bile güvenebileceğimiz ne malum?” dedi Ronin, kollarını kafasının arkasında kavuşturmuş yerde uzanırken. Üstünde orta boy bir domuz yavrusu kıvrılmış yatan birine göre çok ciddi bir sesle konuşuyordu. “Paramız olduğunu biliyorlar, yeniden birkaç akıllı bizi soymaya teşebbüs edebilir.”
“Kar kışın ortasında dışarda mı yatıp kalksaydık?” diye havladı Şeytan Köpek.
Ronin maskesini çıkarıyordu. “Belki. Hokkaido’da bu kadar lüks bulamayacaksın, sadece söylüyorum.”
“Ama daha Hokkaido’da değiliz, öyle değil mi?” Şeytan Köpek de maskesini çıkarırken devam etti, “Lütfen ayı eti yemek zorunda olmadığım ve çadırda yatıp kalkmadığım son bir ayın tadını çıkarabileyim.”
“Sürekli ayı yemiyorlar! Bu bütün güneyliler tembel demek gibi bir şey.”
Şeytan Köpek dudaklarını büzdü, “Değil misin ama?” dedi Ronin’in yanağını dürterek.
Domuz yavrusu Ronin’in üstünden kalkıp büyük ihtimalle başka bir tatamiyi parçalamaya gitti.
“Bütün Osakalıların paragöz olmasına ne diyorsun?” diye cevap verdi Ronin sırıtarak.
“Doğrudur. Ama yani dürüst olmak gerekirse senin bütün gün tek yaptığın oturup durmak,” diye ekliyor Şeytan Köpek, Ronin’in üstüne çıkarken. Eğilince saçları, ikisi ve dışarı dünya arasında bir perde işlevi görüyor.
“Hah…” dedi Ronin. “Hiç adil değil bu.”
“Bir işe yara istiyorum sadece.” Şeytan Köpek’in yüzündeki belalı gülümseme yayıldı.
Ronin beynindeki bütün mantıklı düşüncelerin eridiğini hissediyordu.
Şeytan Köpek ellerini onun yanaklarına koyduğunda, dudaklarının onun dudaklarına değmesi uzun sürmedi.
Sonra uyandı.
Karanlık. Ronin futonun içinde yuvarlanıp utançla avuç içlerini gözlerine bastırdı. Siktirsiktirsiktirsiktir. Aynı odada, kendi futonunda yatan Şeytan Köpek ritimle horluyordu. Ronin ona döndü. Mabui kolu nabız gibi, mor bir ışıkla parlayarak gözlerinin altındaki dövmeleri aydınlatıyordu.
Yutkundu. Çok yavaşça, devasa, uzun tırnaklı canavar eliyle Şeytan Köpek’e uzandı. Ona değmeden, yanaklarındaki kanjilerin üstünden parmağını geçirdi, harfleri havaya çizer gibi.
“Sen rüyanda ne görüyorsun?” diye fısıldadı ona. Şeytan Köpek’in nefes alış verişi dışında cevap alamasa da bu onu biraz rahatlattı ve yeniden uykuya daldığında eli ikisinin arasındaydı, ona uzanmış.
Şeytan Köpek’in, heyecanlandığında aksanının iyice belirginleşmesi gibi bir huyu vardı.
Ronin maskesinin altında yüzünü acıtan bir gülümsemeyle ona döndü. “Ne?”
“Diyom ki bu uzun zamandır ‘er it kopuğun beni gebertmeye çalışmadığı ilk festival!”
Işıklar göz alıcıydı ve yağda kızaran, tavada pişen, haşlanan her türlü yemeğin kokusu her boşluğu dolduruyordu.
Karanlık çökmüştü, etraflarını her yerden insanlar çevrelemişti ve Ronin çocuksu heyecanı içinde Şeytan Köpek’in kaybolabileceğinden korkuyordu.
İlk defa bir festivale gitmiyordu tabii ki, ama çocukluğunun geçtiği adaların nüfusu çok büyük festivallere asla yer vermezdi. Bu sayıda insanla dip dibe durmak elinde olmadan aklına Şeytan Köpek’in neredeyse idam edilerek öldüğü günü getiriyordu.
Etrafından dolaşan insanlar başlarını kaldırıp herkesten iki kafa yukardaki Ronin’e bakıyorlardı. Kitsune, oni, hyottoko maskelerinin donuk gözlerinden çıkaramadığı bir eleştiri.
Bir anda, Şeytan Köpek’i göremiyor gibi oldu, ufak figürü kalabalığın içerisinde kayıp. Panikle sağına soluna dönerken aptal maskesinin görüşünü sınırlamasına küfretti. Avuçlarının içi terliyordu ve karnına bir yumruk inmiş gibiydi. Bağırmayı düşündü.
Sonra, o bakmazken, eli çoktan Şeytan Köpek’in ufak elinin içindeydi ve hafifçe batan uzun tırnakları onu bir rüyadan uyandırır gibi kendine getirdi.
Kalabalığın içinde, maskelerin arasında, tanıdık bir tanesi konuştu. Şeytan Köpek’in türünün tek örneği hannya maskesi. “Arkada kalmasana, ikayaki alıp geliyorum dedim. Gerçi aksandan anlamadıysan… Biraz tuhaf söylemiş olabilirim, pardon.”
Ronin cevap vermeyince maskesinin arkasındaki gözleri büyüdü. “Eğer kötü hissediyorsan gidebiliriz,” dedi.
“İyiyim, sadece… Kalabalıklara alışık değilim,” dedi Ronin zorlanarak. Güvence vermek için elini hafifçe sıktı.
“Yav ne tatlısın!” diye cevapladı yürüyen Kamigata lehçesi, Ronin yeniden nükseden şiveye gülmemek için kendini tuttu. Şeytan Köpek sırıtarak çubuğa geçirilmiş kalamarı ona uzattı.
“Yassı olduğu için aldım, maskenin ağız kısmından sığar.”
Ronin güldü ve aynı tarif edildiği gibi kalamarı maskesini çıkarmadan yedi.
“Güzel mi?” dedi Şeytan Köpek, kendi maskesini gözüne kadar yukarı çıkarıp yerken.
“Hm-hm.” dedi Ronin. Gerçekten güzeldi. “Bunun yanına ne almalıyız biliyor musun?”
“Bira.”
“Bira.”
Kalabalığın içerisinde yürürken Şeytan Köpek elini bırakmadı.
Bir süre sonra, festivalin uğultusundan ayrı kendi huzurlu sessizlikleri içinde, “Dorayaki,” dedi Şeytan Köpek.
“Hm? Sanırım şu önünden geçtiğimiz tezgâhtaki adam satıyordu,” dedi Ronin.
“Pff, hayır ya, senin domuz için.” Mahcup olmuş gibi kulakları kızarmıştı. Tatlı. “İsim.”
Ronin gülümsedi. “Ah, bu iyi fikir. O da dorayaki gibi yuvarlak ve kahverengi.”
“Dimi?” dedi Şeytan Köpek. “Ben de ondan dedim. Ayrıca umarım daha uyanmamıştır yoksa dönüşte konaktaki insanlara baya açıklama yapmamız gerekecek.”
“Onlara o kadar çok rüşvet verdin ki bir şey diyebileceklerini sanmıyorum.”
“Gerçekten. O parayla ne kadar çok tütün alabilirdik.”
“Tütünü bırakmalısın, sağlıksız diye duydum.”
“Yok be, şifadır.”
永遠に青空。
Kuzeye doğru ilerlerken geçtikleri kasabalardan apar topar ayrılmak alışkanlıkları olmuştu. Dışarıda, Tohoku’nun onlara sunduğu son toprak parçaları buzla ve karla kaplıydı.
Ezo’ya kış gelmeden varmak yalan olmuştu ve kar kokusunun baskınlığı yüzünden Şeytan Köpek iz bulmada bir duyu gerideydi. Yürürken durmadan çıkardıkları kart kurt sesi dikkatini dağıtıyordu, çatlayan dudaklarını yiyip durduğundan her zaman ağzında kan tadı vardı ve en son Morioka merkezinde barut satın alabilmişti.
Ah, Osaka’nın tatlı, serin kışlarını nasıl da özlüyordu.
Dorayaki önden gidiyordu. Dişleri çıkmaya başlamıştı ve artık Ronin’in taşıyamayacağı kadar ağırlaşıyordu. Şeytan Köpek şu an onun duyularına daha çok güveniyordu, sert tüylerle kaplı sırtını okşarken hayvanın havayı koklamasını izledi, sonra bir anda ileri doğru yürümeye başladı. Şeytan Köpek de arkasından.
Bir süre sonra Ronin’in çok arkada kaldığını fark edince dönüp onu bekledi, domuza da durması için ıslık çaldı.
Gözüyle zor ayırt edebildiği bir mesafeden tekinsiz bir siluet seçebildi.
Ronin’e doğru yürüdü, yaklaştıkça onun yanında ne kadar ufak gözükmeye başladığını fark ederek sindi. Yüzü iyice değişmeye başlamıştı son aylarda, artık etrafta kimse olmasa bile maskesini takıyordu.
Kötüleşiyordu. Şeytan Köpek de farkındaydı tabii kötüleştiğinin, salak değildi ya. Ama elinden hiçbir şey gelmiyordu, değişmiyormuş gibi davranıp yüzü artık daimî olarak maskesinin arkasına saklı Ronin’e uzadıkça uzayan fıkralar ve hikâyeler anlatmak dışında.
Kolunun altına girip ona sokuldu. Ronin ona doğru dönmedi, sadece içini çekti. Adımları ağır olsa da ona yetişmek için Şeytan Köpek’in neredeyse koşması gerekiyordu.
Kimonosunun içinde sakladığı ufak, fildişinden erotik heykelcik biçimindeki boncukla bağlı tütün çantasını çıkardı. “Kiseru?”
Ronin’in ifadesiz yüzü ona döndü ve maskenin içinden bir gülme geldi.
“Ne zamandır bununla geziyorsun?” dedi, çok tanıdık, çok sıcak sesi.
“A, bu eski şeyi mi diyorsun?” dedi Şeytan Köpek, minyatürü ipinden kaldırarak. Dev bir ahtapot tarafından keyiflendirilen bir kadını tasvir ediyordu. “Bunu Tokyo’da matrak moruğun birinden yürüttüm. Şiveme ve turistvari görünüşüme bakarak beni kazıklamaya çalıştı, bu gerçek mamut dişi falan filan. Klasik Tokyolular. Ben de en değerlim dediğini çaldım.”
“Hah,” dedi Ronin, maskesinin deliklerinden yükselen buharla. “Nasıl becerdin?”
“Ah, çok basit aslında.” Şeytan Köpek anlatırken sanatını icra etmeye başladı. “Hani klasik bardak oyunu var ya, bilye hangisinin içinde, filan. Aynı onun gibi. Her ürünü dikkatlice inceleyip tezgâhta farklı farklı yerlere bırakıyorsun, ama dikkat çekecek kadar değil. Bu sırada bazılarını kimonomun kolunun içine bırakarak değiştiriyorum- “ Kiserunun ucunu parmakları arasında dolandırıp bir kolunun içine koyduktan sonra öbüründen çıkardı. “En sonunda, değişim bittiğinde istediğim ürün kolumda kalıyor ve ben ufak bir bilezik satın alıp çıktıktan muhtemelen yarım saat sonra dükkân sahibi bir şeyin eksik olduğunu fark ediyor.”
Ronin aaaa sodeshou, diyerek hafifçe alkışladı.
“Sağ olun beyefendicim,” dedi Şeytan Köpek, kiseruyu doldurup yakarken. Göremese de Ronin’in gülümsediğini biliyordu. Birkaç derin nefes aldıktan sonra pipoyu Ronin’e uzattı, o da maskesini çıkarmadan, ağız kısmındaki ince delikten içti. Şeytan Köpek somurttu.
“Tabancamın hikâyesini duymak ister misin?”
Ronin ona döndü. İlgilenmiş gibi duruyordu veya Şeytan Köpek maskesinin üst köşesindeki sol kaşını gösteren kırık noktadan öyle yorumladı.
“Ehem ehem. Tamam, şimdi, Osaka’dayken hâlâ yakuzadaydım. Normalde bir sorun yaşamıyorduk, dimi? Sıradan insanlar bizden korkuyordu ve istediğimi yapıyordum. Müthiş bir hayat değildi ama idare ediyorduk yani, ben ve bissürü diğer kız. Her an savaşan bölgelerin adamları tarafından kaçırılıp tecavüz edilme tehdidi vardı tabii ama. Alışık olmadığımız bir şey değil, haha.”
Şeytan Köpek farkında olmadan sırtını ve kolunu kaplayan dövmeleri kimonosunun üstünden kaşıdı. Devam etti, “Sonra bir gün bu yabancı asker çıkageldi. Adını hatırlamıyorum, İngilizceye kafam basmıyor. Amerikalıydı, o ve bölüğü Kyoto’ya giden birine eşlik ediyorlardı, devlet işleriyle ilgili bir şey sanırım. Amerikalılardan beklediğim gibi sarı saç mavi göz bir tip değildi. Çok suratını hatırlamıyorum ama burnunun iki yerden kırık olduğuna eminim, biraz yamuktu.”
Kalabalık çarşı içinde herkesten bir kafa uzun o adamı gördüğünü hatırlıyor, detaylar bulanık. Tanrılar, neredeyse on yıl geçmiş olması çok tuhaf. Bir an çok yaşlı hissetti, karnında değişik bir his başladığında kusmamak için bilinç akışını durdurmak zorunda kaldı.
Düşüncelerinden ayıldığında uzun süre sessiz kaldığını hissederek utandı, Ronin hâlâ devam etmesini bekliyordu. “Neysee!” Yutkundu. “Bu adamla bir süre beraber oldum. Yakuzaya ekstra para için yaptığımız bir şeydi. Ben ve birkaç arkadaşım daha Osaka’da kaldıkları zamanın tamamında onların yanındaydık. Etrafı gezdiriyorduk onlara. Bu işi daha çok sevmemizin nedeni bize daha iyi davranıyorlardı. Yakuza gibi değil! Hatta bu herifle iyi anlaştık, gibi. Yani, tek kelime Japonca bilmiyordu ama sanırım tam da bu yüzden iyi anlaşmış olabiliriz.”
Ronin, onu bölecek bir kelime etmeden, kumaşla sarıp sakladığı ellerinden biriyle Şeytan Köpek’in kafasını pışpışladı.
Şeytan Köpek suratının ısınmasına aldırmadan devam etti. “Sonra garip bişiler oldu. Bir akşam, o ve arkadaşlarıyla içerken bana sarhoş kafa benimle evleneceğini ve Amerika’ya filan götüreceğini söyledi, en azından Japonca bilen arkadaşlarından biri bunu çevirdi, bu da beni ürküttü.” Tütünün mavi dumanı aralarından süzüldü. “On altı yaşındaydım. Saçma, çünkü onunla başta takılma nedenim yabancı oluşuydu zaten. İçten içe bunu umut ediyordum. Ama o an öyle deyince… Bunun güzel versiyonu yok, o akşam o sızınca her şeyini toparlayıp kaçtım. Ne kadar ettiğini bilmediğim parası, çizmeleri ve tabancasıyla… O zamanlar çok daha aptaldım. Kendini bir şey sanan küçük kızın teki. Çünkü beni şıp diye bulabildiler, aha. Biraz hırpalandım, tabanca dışında her şeyi geri aldıktan sonra, yanında beraber geldiği elemanlardan birisi vardı ve bana dedi ki, çevirdi yani, bu kelimelerle, sende kalsın, beş çocuk büyütürken intihar etmeye kullanırsın. Evet. Bundan sonra kaçtım Osaka’dan.” Şeytan Köpek yanağının içini çiğnedi. “Çıkarılan ders filan yok, biraz iç karartıcı bir hikâye, farkındayım.”
Ronin bir süre sustu, ama gerildiğini fark edebiliyordu. Acaba şimdi şaka, hepsini uydurdum dese inanır mıydı? Ama sonra Ronin daha farklı, göğsünden gelen sesiyle hırladı. “Piçler,” dediğini ayırt edebilmesi Şeytan Köpek’in biraz zamanını aldı.
Şeytan Köpek yavaşça başını salladı. “Gerçekten! Ama…” Burnunu çekti. “Bana bir şeyler de kattı bu olay. Bilmiyorum, o ve onun gibileri haksız çıkarmak için asla durmayı düşünmedim olsa gerek. Eğer serserilikten ve hırsızlıktan vazgeçersem, sıradan bir hayat yaşamak istersem güçsüz olduğumu kanıtlamış olurum diye. O tabancaya sahip olduğum an geri dönemeyeceğimi hissettim. Tabancamı intihar etmeye kullanmayacağıma kendime söz verdim gibi! Hah, al sana kıssadan hisse.”
Sessizlik havayı doldurdu, sadece etraflarında dolanan Dorayaki’nin küçük adımları ve bir iki başıboş kuş.
Ronin dümdüz ileri bakıyordu. “Düşünüyor musun peki?” diye sordu, eğer karşısındaki Şeytan Köpek dışında birisi olsa araya kaynayacak bir fısıltıyla.
“İntiharı mı? Yoo-“ durakladı, “Ha, sıradan bir yaşama geri dönmeyi.”
Ronin başını salladı.
Şeytan Köpek acı acı gülümsedi. “Hayır. Artık çok geç.”
Ronin’in cevap vermemesi üzerine Şeytan Köpek, “Ya sen? Ezo’dan sonra ne yapacaksın?” dedi.
“Ah, bilmiyorum. Ainular beni tedavi ettikten sonra ne yaparım…”
Düşüncelere daldığında sürekli yaptığı gibi yüzünü hafifçe buruşturduğunu biliyordu. “Bilmiyorum. Sanırım Tokara’ya geri dönerim. Yeniden tapınakta çalışmaya başlarım. Ainuların inançları tarafından tedavi edildikten sonra bilemiyorum yeniden kabul ederler mi beni…”
Şeytan Köpek başını merakla yana eğdi. “Aa, evet. Aslen Ryukyuluların neye inandığını hiç söylemedin. Hep en ideal Japon vatandaş tavrını takınıyorsun.”
Ronin pehledikten sonra kısa bir sessizlik oldu. “Ryukyulular…” Hatırlamak için zorlanıyormuş gibi bir havayla kendi kültüründen bahsetmeye başladı. “Aileye tapar. Mabui, yani ruh inancın temelinde olsa da, en kutsal şey atalarındır.”
“Hah. Tahmin edemezdim. Hiç onlardan bahsetmiyorsun.”
“Hm, çünkü yoklar.” Sesindeki alay barizdi. “Ailem veremden yok olup giden küçük köylerin birinden. Bedenleri Shukyo’ya göre defnedilemedi, o yüzden benimle değiller. Dojodaki çocukların çoğu yetim ve öksüzlerdi zaten. Bizi usta besleyip büyüttü.”
Şeytan Köpek başını salladı. “İyi bir adammış.”
“Öyleydi.”
Bir süre Ronin bir şey eklemeyince Şeytan Köpek güldü, kuru bir sesle. “Vay be, senin trajik geçmişin benimkinden daha etkileyici.”
Ronin gülüp Şeytan Köpek’i şakayla karışık hafifçe itti ama hazırlıksız yakalanan Şeytan Köpek karların içine yığıldı.
Ronin plop sesini duyduğu an irkildi. “Ah, siktir. Özür dilerim, elimin ayarı yok,” dedi kahkaha atan Şeytan Köpek’e elini uzatarak.
Gülmekten nefes nefese, “Büyüklerine az saygı lütfen!” dedi Şeytan Köpek, saçından kar silkelerken.
“Evet, affedersin. Pardon.”
Ona uzatılmış eli tutarak ayağa kalktı. Ronin’in elinin sıcaklığı bandajların içinden bile hissediliyordu.
Yürümeye devam ettiler. Şeytan Köpek eskisinden daha soğuk ve ıslaktı ama sessizlik şimdi rahatsız edici değildi. Yanındaki devasa adama döndü.
Şu an yüzünü görmeyi o kadar çok istiyordu ki. O üzgün gözleriyle ileri mi bakıyordu yoksa hâlâ gülümsüyor muydu, belki de soğuktan burnu ve yanakları kızarmıştı? Şeytan Köpek hızlı bir nefes aldı.
Dorayaki havayı kokladı ve ne kadar büyüse de silkemediği bebek sesiyle vikledi.
Bir anda fark ettiği deniz kokusu Şeytan Köpek’in burun deliklerini doldurdu.
“Ah, geldik,” dedi Ronin. Ağaçların seyrekleştiği yamaca vardıklarında, aşağıdaki evler olabildiğince ileriye gidiyordu. Sonrasında ise mat, donuk renkte deniz. Şeytan Köpek aylardır ilk defa deniz görüyordu, hemen aklına Osaka geldi.
“Aomori,” dedi Ronin, biraz kendi kendine. Ezo adası ufkun ilerisinde buğulu ve koyuydu.
“Buranın ne yemeği meşhur?” diye sordu Şeytan Köpek, midesinden gelen gurultu bariz.
“Sanırım gidip öğrenmeliyiz.”
永遠に青空。
Birkaç hafta sonra ayrılma vakitleri gelmişti. Bütün Hokkaido aranıyor ilanlarıyla donatılmıştı. Şeytan Köpek maskeli yüzlerinin çizili olduğu ilanlardan birer tanesini saklıyordu.
İlerledikleri yön iyice rastgeleleşmeye başlamıştı. Manzara her yerde aynıydı, kar ve ağaçlar. Aranıyor ilanlarına benzer şekilde tanrılar burayı birkaç basit çizgiyle resmetmiş gibiydi.
Issız bir yola sapmalarından günler sonra uzaktan yükselen dumanları görene kadar sadece hislerine güvenerek yürüyorlardı.
Bir kasaba.
“Bak!” dedi Şeytan Köpek.
“Görüyorum.” İçindeki heyecan büyürken dumanı takip etmeye başladı. Farkında olmadan çıktığı patikada, bir anda karşılarında üstü geometrik desenler işli kıyafetlerle yürüyen bir grubu gördükleri kalakaldılar. Hepsinin uzun sakalları ve aniden onlara doğrulttukları ok ve yayları var. Tahminen zehirli oklar. Ronin birkaç adım geriliyor.
Olabildiğince az korkutucu görünmeye çalışarak, “Yardıma ihtiyacımız var!” diye bağırdı, dilinin ne kadar anlaşılacağından emin olamayarak.
“Yaralıyım!” diye ekledi Şeytan Köpek.
Bunun üzerine adamlar şaşkınlıkla bir şeyler konuştular. Dilleri Ronin’in kulağına düşündüğünden daha az yabancı geldi, ne dediklerini hâlâ çıkaramasa da. Rahatlamayla içini çekti, “Beni anlıyor musunuz? Ee, haisai?”
Adamlar boş boş bakmaya devam ettiklerinde, Ronin somurttu. “Tabii ki Okinawaca bilmezler, Ryukyulularla Ainular aynı insanlardan dağılalı kaç bin yıl oluyor…” diye mırıldandı.
“Ainuca bir şey bilmiyor musun?” dedi Şeytan Köpek.
“Ee… Sanırım merhaba demeyi biliyorum.”
“Söyle o zaman!”
“Irankarapte?” diye zorlanarak konuştu Ronin.
Tam adamların yüzleri umutla değişirken, “Telaffuzun berbat,” diye araya girdi bir ses, aksanlı bir Japoncayla.
Şeytan Köpek ve Ronin, elinde ok ve yayıyla bir figürün adamların önüne çıkmasını izlediler. Ellerinde dantel gibi dövmeler işli bir kadın onlara kapkara gözlerle baktı.
“İnsan mısın yoksa Kamuy mu?” dedi kadın Ronin’e.
“Kamuy ne?” diye sordu Şeytan Köpek sessizce.
“Sanırım onlar için ruh veya tanrı gibi bir şey,” diye fısıldadı Ronin. Sonra, “İkisinin arasında bir şeyim!” dedi kadına. “Bazen kamuy, bazen insan. Bu aralar daha az insan. Gerçekten karışık, bana yardım edebilir misiniz?”
Kadın, diğerlerine dönüp, hızlı hızlı Ainu dilinde bir şeyler aktarırken ikisi öylece baktı. Adamlar ellerini sallayarak heyecanla bir şeyler dediler ve kadın tekrar ona döndü.
“Kur-Kamuy ve sisam kız.”
Neyi onayladıklarından emin olamadan, “Efendim!” dediler bir ağızdan.
Kadın Dorayaki’ye baktı. “Domuz da sizinle galiba.”
Başlarını salladıklarında kadın gözlerini kıstı. “Hoş geldiniz. Adım Koreitak. Kotana kadar beni takip edebilirsiniz.”
Ronin gerilimle gülümsedi. “Teşekkür ederim! Eee, iyai…ray…ke—?”
“Tere! Denemeye çalışma lütfen.”
Şeytan Köpek kıkırdadı.
Adamlardan birkaçı kadınla birlikte dumanın geldiği yere doğru dönerken geri kalanı patikadan aşağı iniyor. Köy, yamacın ötesindeki nehrin hemen yanında, etrafı ağaçlarla kaplı ufak ufak evlerden oluşuyordu. Ronin yürürken köydeki herkes dönüp ona bakıyor, bu kadarı normal, ama bakışlarındaki şey… Onu rahatsız etmeyecek bir kelimeyle nasıl tanımlasa bilemedi. Hayranlık? Ainular ona karşı birazcık bile korku ve tiksinti duymamakla beraber hayret içindeydiler. Evlerden çıkıp çocuklarına onu gösteriyorlardı ve Ronin hiçbiriyle göz göze gelmemek için uğraşmak zorunda kaldı.
En sonunda, yanında yerden yüksekte, odundan bir kafes olan bir eve geldiler ve herkes evin perdeli kapısından içeri girdi. Koreitak içerden, “Domuzu dışarıda bırak!” diye bağırdı.
Ronin onları takip etmeden önce az ötedeki küçük kafesten bir homurdanma geldiğine emin.
İçeri girerlerken ellerini duvara koyup bir şeyler dediler ve bandanalarını çıkarttılar. Kadının tek kelimesiyle adamlardan bir tanesi futona benzer bir şeyi ocağın yanında yere serdi ve Ronin’e işaret etti.
“Maskeni çıkar.”
Bu kadar sert bir emir cümlesiyle karşılaşmak Ronin’in gerilmesine sebep oldu, ama sonra elinin üstünde Şeytan Köpek’in elini hissetti. Ona döndüğünde suratında tam anlamı çözülmesi imkânsız, sıcacık bir ifade vardı.
Ronin yavaşça başını salladı ve maskesinin bağlarını çözdü. Şeytan Köpek bir süredir dönüşümünün en yevmi hâlini görmüyordu, korktuysa da belli etmedi ve Ronin tanrılara şükretti.
Koreitak sırıttı. “Kotan korokuru birazdan burada olur.”
Bir süre sonra dışarıdan duyulan kısa bir konuşma, Dorayaki’nin viklemesi ve eve dolan soğuk esinti ile birinin geldiğini anladı. Kapının önünde duran kişiye baktığında, çok ama çok yaşlı, küçücük bir kadını görerek şaşırdı.
“Liderleri bu babaanne mi?” diye fısıldadı Şeytan Köpek.
“Rikinkar huci,” dedi Koreitak, Ainucaya geçmeden önce. Cam mavisi gözleri ve dudaklarından kulaklarına kadar çizilmiş dövmeleri olan Huci başını sallayıp onların yanına oturdu. Kadının tuhaf, boğuk sesiyle dediği kısa cümleyi “Ruhun burada değil, e?” diye çevirdi Koreitak.
Ronin heyecandan irkildi. “Anlayabiliyor musunuz?” Anladığı kelimeleri söyleyen genç kadın olsa da saygısızlık yapmamak için belli ki oldukça bilge olan yaşlı kadına bakarak konuşuyor.
Kadın başını sallayarak, “Bu köyün en yaşlısı benim. Tabii ki anlayabiliyorum. Omzumdan geriye baktığımda, ruhları görebilirim.” Koreitak çevirirken yan gözle Rikinkar’a bakıyor, doğru mu duydu diye tereddüt ederek. “Kur-Kamuy, buraya geleceğinin haberini aldım. Kuzey yolculuğuna çıktığından beri.”
Ronin nabzının hızlandığını hissediyordu. “Bunca zamandır aradığım siz miydiniz?”
Şeytan Köpek güldü. “Tanrılar! Girebileceğimiz bütün Ainu köyleri arasından buraya geldik.”
“Öyle işlediğini sanmıyorum,” diye belli ki bunu kendisi ekleyerek konuştu genç çevirmenleri.
“Buraya lanetim için geldim.” Ronin konuşurken ellerine bakıyordu. “Eski halime yeniden dönebilmek için.”
“Lanetin mi?” diye sordu yaşlı kadın.
Ronin duruyor. “Evet, lanet. Bütün bu.” Genel bir hareketle yüzünü işaret etti.
Kadın güldü. “Çocuğum, bu lanet değil ki.”
Koreitak şaşkınlıkla ona bakarken Ronin’in nefesi ciğerleri içinde sıkıştı.
“Sen özelsin. Bizim kültürümüzde kamuy en kutsaldır.” Yaşlı kadın ayağa kalkıp üstüne türlü desenler işlenmiş bir kumaş çıkardı. Kumaşın üstünde ilk bir ayıyı gösterdikten sonra birçok başka hayvanın daha resmedilmiş figürlerinin üstünden elini geçirdi. Koreitak hızlı hızlı, kadın hala konuşurken çeviriyor. “Sen, Kur-Kamuy, biz ve onlar arasında bir köprüsün. Mutlu olman lazım, bu çok nadir görülen bir şey.”
“Mutlu olmam mı…” dedi Ronin, gözleri yaşlı kadının gözlerine kenetlenmiş. Şeytan Köpek endişeyle ona dönüp güven verircesine elini sıktığında bile Ronin onun yüzüne bakmadı.
“Bu bir… lütuf değil. İnsanları öldürdüğüm, sonsuz huzurdan ruhlarını çekip kopardığım için cezalandırılıyorum. Cezalandırılıyor olmalıyım. Kontrol edemediğim korkunç bir yaratığa dönüşüyorum ve tamamen o olmama ne kadar vakit kaldı bilmiyorum bile.” Şeytan Köpek’in dokunuşundan silkinip mor parıldayan kolunu açmasını işaret ettiğinde, Şeytan Köpek gerilimle kimonosunu gevşetti. Mor kolu ile kanlı canlı kolunun dönüşüm noktasına Koreitak merakla bakarken yaşlı kadın hâlâ Ronin’e bakıyordu. “Bunu ona ben yaptım. Sizce bu mutlu olmam gereken bir şey mi?!”
Koreitak bakışlarını yaşlı kadına çevirip ve her şeyi anlattı.
“Bu kabul etmen gereken bir şey. Kur-Kamuy’un ömrü her zaman kısa olmuştur.”
Ronin beynine kan sıçradığını hissedebiliyordu. Ayağa kalktı.
“Ronin-”
“Burada işimiz bitti.”
Kapıda kafasını tavana vurup küfrederek hışımla evden çıktı.
Köyden nasıl çıktığını bilemedi. Kafasında bin bir farklı düşünce birbiriyle güreşiyordu. Yürürken sanki bilinci kapanmış gibiydi, kim bilir ne kadar vakit sonra tanımadığı bir patikaya saptığında nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Normal bir insanı kısa sürede soğuktan öldürebilecek bir rüzgâr esti, Ronin aldırmadı.
“Ne yapmamı istiyorsun?” diye kükredi, görünürde ağaçlara doğru. Ağaçlar onu umursamadılar, insanlar gibi küçük canlıların dertleri, onların kelimelerle tarif edilemez duygu ve düşünceleriyle kıyasla hiçbir şeydi. Sadece sesinden korkan bir kuş sürüsü uçuşa kalktı.
Ronin kuru kuru güldü. “Ne demeye çalıştığını anladığımı sanmıştım. Kuzeye git…” dizleri üstüne düştü. “Ama yanıldım değil mi?”
Şeytan Köpek’le konuşmuştu. Izanagi-sama. O olmalıydı, değil mi? Başka kim olabilirdi?
“Neden benimle konuşmuyorsun? Her şeyi denedim, Usta. Bana dediğin her şeyi yaptım.” Ellerine; korkunç, devasa, kıllı ve uzun tırnaklı ellerine döndü. Bu ellere sahip son kişinin beyni olması gereken yerde açılmış kocaman kırmızı deliği gördü. Ağzının içinde sıcak kan tadını hatırladı.
“Bu sefer… Yeterli değil.”
İlerliyor.
Hayatının gözlerinin önünden kayıp gitmesine izin veriyor ve tekrar görüntü sağlamlaştığında yanan köyde. Alevlerin içerisi güvenli, tanıdık hissettiriyor. Evlerden birinin içerisine adım atıyor ve ilk odanın önünde kalakalıyor. Cesetler. Uzun boylu, ağızları yarık… Etobur canlınınkiler gibi, kulaktan kulağa yarık, dişleri yüzlerine oransızca büyük, dışarı doğru kıvrık asla kapanmayan-
Ahşap çatı evin içine yıkılıyor.
しあわせですか?
Anlamadığı dildeki isyanları umursamadan aralarından sıyrılmak ve dışarı koşmak korkutucuydu. Köyden yukarı yokuşu nefes nefese çıkmak, gözün görebildiğine bembeyaz boşluğun içinde yalnız kalmak da. Adımlarının izlerini ne zaman buldu, dakikalar mı yoksa saatler sonra mı emin değildi. Çıplak ayaklarını hissetmeden karın içinde yürüyordu. Hayvan mı insan mı belli olmayan adımları onu vadinin sonuna götürdü, yükseğe ve daha da yükseğe. Sonunda, vadinin en tepesi, denize açılan o sonsuz uçurumda, nefes alması zorlaşırken izler aniden kesiliyor. Sadece son bir adım, geriye dönük. Neredeyse bir veda gibi.
Hayır. Hayır, bunu kabul edemez.
Adımların karşısına geçiyor, onunla yüz yüze. “Bana bunu yapamazsın.” diyerek hıçkırıyor Şeytan Köpek. “Seni takip edemeyeceğim bir yere çekip gidemezsin.”
Rüzgâr uğulduyor. Kimonosunun tek kolu omzunun üstünden kayıyor. Soğuk, kolundan kalan son parçaya değdiğinde bütün vücudu ürperiyor.
Bir nefes al, bir nefes ver.
Şeytan Köpek uyandı.
Uyandığını anlayabiliyordu çünkü sağ tarafında hissettiği boşluğu hafif bir ışık kütlesi dolduruyordu.
Bataklık ve nehir arası bir su kütlesinin içinde sırt üstü süzülüyordu. Kıyıya doğru kaydı, sudan zorlanarak çıkabildi. Kendine geldiği nehre dönüp baktığında yansımasındaki kişinin gözlerinin altında çirkin dövmeler yoktu.
Cidden bir çeşit bataklıktaydı ha. Ona da bu yakışırdı. Kötü bir yer değildi gerçi, yüksek ağaçlara ek olarak her yer yemyeşildi ve etrafta minik kır çiçekleri donatılmıştı. Ronin burayı severdi. İlginç bir ahiret, ama idare eder.
“Merhaba. Sanırım tanışmadık,” dedi birisi.
Şeytan Köpek aklından birçok kişiyi geçirdi o an. Ama bu insanlardan hiçbirisinin onu ahirette ziyaret etmeye zahmet edeceğini düşünmüyordu. Ses tanıdıktı, en akla yatkın gelen tahminini seslendirdi: “Sen misin Izanagi-kami?”
Yayık, alaycı bir kahkaha. Tamam, sağlam kafa düşününce Izanagi olmasına olanak yoktu herhalde.
“Hayır, maalesef. Beklentilerini oldukça alçaltman gerekecek. Buraya gel çocuğum.”
Şeytan Köpek uzun, rahatsız, beyaz elbisesi içinde zorlanarak nehrin ve sığ su bitkilerinin arasından yürüdü. Sesin sahibi, ağaçların olmadığı ufak bir alanda bekliyordu onu. Güneş tepesinde olduğu için ona doğru ilerlerken elini gözlerine siper etti ve yüzünü buruşturdu.
Sonunda açıklığa çıktığında gördü onu.
Beyaz bir kimono giyen yaşlı bir adamdı. Bütün yüzüyle gülüyordu, kazayağı kırışıklıkları ve derin gamzeleri ile. “Merhaba çocuğum,” dedi adam, güçlü bir Okinawa aksanıyla.
“Izanagi… Sen Ronin’in eski ustası mıydın bunca zamandır?” diye sordu Şeytan Köpek, ağzı bir karış açık.
“Hmm? Ronin, ha?”
“Ah, sanırım ona öyle demem size tuhaf geliyordur.”
“Hiç de bile,” dedi usta. “Senin adın ne çocuğum?”
O zor soru. “E… Emin değilim.” Şeytan Köpek duraksadı. “Uzun zamandır eski ismim olmadım.” Yanaklarına belli belirsiz dokundu. Artık var olmayan tabancasının ağırlığını hâlâ hissediyordu.
Yaşlı adam ona anlayışla gülümsedi. “Seni bekleyen birçok şey varken isimsiz olman yazık olur.”
“Beni birçok şey mi bekliyor?”
“Evet.”
“Burada mı?” En azından ruhsal ıvır kıvırlarla Ronin isterse onu burada görebilirdi. Ama bir daha asla akashiyaki yiyemeyeceğini düşününce somurttu. “Yoksa beni geri mi yollayacaksın?.. Nasıl? Dur bi’… Bunlar fazla karmaşıklaşıyor…”
Usta gülümsedi. Uzanıp Şeytan Köpek’in başını okşadı. “Uzun süre burada olmayacağım. Her şey… Bunun içindi, anlıyor musun?”
Şeytan Köpek anlamıyordu, ama başını salladı.
“Şimdi, ayağa kalk ve herkese inat yaşa, hâlâ zaman var.” Usta ona bir an anlamı çözülemeyecek bir gülümsemeyle baktı, sonra iki elini de onun omuzlarına koydu. “Muhteşem olacaksınız.”
永遠に青空。
Tuhaf, şimdi burada olmak.
“Çok uzun süredir uzaktaydım.” diyor tanıyamadığı bir ses. Ronin etrafına dönüp baktığında birini göremiyor. Sadece yarım yamalak bir anı, gürültülü bir şehir, deniz kokusu.
Ona ikinci bir bakış değeri vermeden yanından geçip giden insanların omuzları arasında sıkışıyor. Ne zamandan beri insanların beni itip kakabileceği kadar ufağım?
Kalabalığın içinde kayıp, esmer bir çocuk.
Hatırlıyor.
Bir anda tanıdık bir koku. Pembe bir kimono, saçları topuz, makyajlı ama O.
“Kayıp mı oldun?” diyor, evet, asla unutamayacağı kişi. Bir repliği dile getiriyor.
O da oyununa katılıyor, utangaç bir şekilde başını sallarken. Yazılmış kaderin dışına çıkamazlar.
Pembe beyaz bir el ona uzanıyor. “Anneni bulana kadar seninle durayım ister misin?”
Ona uzun süredir bir annesi olmadığını söylemiyor, sadece ona uzatılan eli yaşamak için son şansıymış gibi tutuyor.
Kalakalmış olduğu yoldan geriye ilerliyorlar. Onu olduğundan daha uzun ve yaşını daha büyük gösteren topuklu getaları toprağın üzerinde hafif bir ses çıkarıyor. Kiraz ağaçlarının çevrelediği yola gelene kadar tek bir kelime konuşmuyorlar.
Ah, demek ki bahar vakti. “En çok burayı seviyorum, bütün şehirde.”
Ona dönüyor. Sesindeki gülümseme yüzüne ulaşmamış.
Yutkunuyor.
“Benim de.”
Adını sesleniyorlar. Bilmek istemiyor o adı, çünkü doğru isim o değil. Utançla gülümseyerek arkasına dönüyor, iki tane adamın dikildiği tarafa.
“Ah,” diye içini çekiyor, sesi boğazında yumru yumru. Anın bozulduğunu hissediyorlar. “Sanırım beni çağırıyorlar. Annen gelene kadar seninle duramadığım için özür dilerim.”
Başını dert değil anlamında sallıyor. Kız elini onun elinden ayırmadan önce hafifçe, güvence verir gibi sıkıyor ve dudaklarını bir çizgiye dönüştürecek şekilde gülümsüyor.
O uzaklaşırken her yer pembe. Her yer canlı ve her yer sahte.
Hayır. Bunu kabul edemez.
“Senin için geri döneceğim!” diye arkasından avazı çıktığı kadar bağırıyor Ronin.
Şeytan Köpek duruveriyor. Sonra arkasına döndüğünde sonunda gülümsediğini görüyor. Alaycı ama aynı zamanda yumuşak sırıtışı, köpek dişleri.
“Çok bekletme beni.”
終劇。
SÖZLÜK :
Shukyo: (Jp.) Din
Tohoku: Japonya’nın en büyük adası olan Honshu’nun en kuzeyindeki il.
Miso: Fermante soya fasülyesi ezmesi, Japon yemeklerinde sık kullanılan bir malzeme
Yakuza: Mafya
Geta: (Jp.) Ahşaptan yapılma parmak arası klasık Japon terliği.
Ronin: (Jp.) Sahipsiz samuray.
Hannya: Dişi şeytan tiyatro ve/veya festival maskesi.
-San: (Jp.) Saygı ifadesi.
Dojo: Samurayların eğitildiği yer.
Kamigata lehçesi/aksanı: Osaka aksanının Edo dönemi adı.
Kanji: Japon alfabelerinden bir tanesi, Çin alfabesinden direk geçen resim-kelime-yazılar.
Daisho: (Jp.) Biri uzun katana öbürü daha kısa olan wakizashiden oluşan klasik samuray kılıçları.
Koshimaki: Kimononun içine giyilen ince bir etek.
Tanto Kaiken: (Jp.) Geisha’nın bıçağı, daha çok kadınların savunma amaçlı taşıdığı ufak bir bıçak.
Haori: Bir çeşit ceket.
Kenjutsu: Kılıç dövüşü sanatı.
Kyoto: Japonya’nın eski başkenti.
Ryukyu adaları: Japonya’nın en güneyinde Okinawa ve Kagoshima illerine bağlı takım adalar.
Aomori: Japonya’nın en büyük adası olan Honshu’nun en kuzeyindeki ilçe. Tohoku’ya bağlı.
Hokkaido: Japonya’nın en kuzeyindeki ada.
Karafuto: (Sahalin) Hokkaido’nun da kuzeyinde, artık Rusya’nın sahip olduğu ada.
Ezo bölgesi: bknz. Hokkaido
Ainu: Japonların gelmelerinden çok önce adalarda yaşayan, artık sadece Hokkaido’da bulunan yerli halk.
Mabui: Ryukyu dilinde ruh.
Niten ichi-ryu: (Jp.) İki cennet bir arada, iki kılıçlı kenjutsu stili.
Kiseru: Bir çeşit pipo.
Shochu: Bir çeşit pirinç şarabı.
Kanpai: (Jp.) Şerefe!
Gaijin: (Jp.) Yabancı.
Futon: Japonların serilebilir yatağı.
Izanagi: Shinto’da en önemli tanrıların babası. Zeus gibi bir şey.
Kami: (Jp.) Tanrı.
Aniki: (Jp.) Abi. Gerçek biyolojik abisi değil.
No harfi: Katakana alfabesindeki no’dan bahsediyor; ノ.
Tofu: Bir çeşit soya sütünden peynir.
Obaasan: (Jp.) Büyükanne.
Sake: Pirinçten yapılma bir içki. Japonların rakısı gibi.
Yamakujira: (Jp.) Domuz demek için kullanılan aşırı dede-vari bir terim. Kelimenin tam anlamıyla “dağ balinası”.
Sensei: (Jp.) Öğretmen.
Shirangana: (Jp.) (Osaka aksanı) Ne bileyim ben yhaa.
Kitsune: (Jp.) Tilki
Oni: (Jp.) İblis
Hyottoko: (Jp.) Komik bir folklor kahramanı. Keloğlanla filan eşdeğer.
Ikayaki: (Jp.) Kelimenin tam anlamıyla ızgara kalamar.
Dorayaki: (Jp.) İçi tatlı fasülye ezmesi dolu krep, popüler bir tatlı.
Sodeshou: (Jp.) Anlıyorum.
Tokara: Ryukyu adalarından Ronin’in memleketi olan.
Hakodate: Hokkaido’nun en güneyinde bir liman kasabası.
Sapporo: Hokkaido’nun başkenti, birası meşhur, sırf o birayı içebilsinler diye hikayenin zaman dilimini 20 yıl ileri aldım.
Haisai: (Okinawaca) Merhaba
Irankarapte: (Ainuca) Merhaba
Koreitak: (Ainuca) Ainu isimleri çocukluk dönemi geçtikten sonra kişiye göre özel verilir. Karakterler aşırı derin olmadığı ve isimlerini manası geçmeyeceği için oldukça yüzeysel verdim, tatlı şirin bir ekstra bilgi gibi. Koreitak dili getiren/veren demek.
Kur: (Ainuca) Adam
Kotan: (Ainuca) Köy/kasaba
Iyairaykere: (Ainuca) Teşekkür ederim
Tere: (Ainuca) Dur/sus
“Kotan Korokuru: (Ainuca) Kasaba şefi
Rikinkar: (Ainuca) Yüksek bilici.
Huci: (Ainuca) Büyükanne