Radyo
cızırtısı arabanın içinde yankılanıyordu. Sokak lambalarının tekrar tekrar
yüzüne düşen ışığından rahatsız olup uyandı. Daha gelmemişlerdi. Bir süre
gözlerinin karanlığa alışmasını bekledikten sonra yanındaki adama döndü. Ilya hâlâ
yola odaklıydı, Grey’in uyandığını fark etmemişti.
Grey, Ilya’nın kemikli, nasırlı parmaklarında saygıda duran yüzükleri izledi
bir süre. Kendini o ellerin yaptığı her şeyi düşünürken buldu, asla onları gün gelip
birinin tutacağını, öpeceğini düşünmeden yumruklamış, boğmuş, parayı saymış,
tetiği çekmişlerdi. Tanrı biliyor, ikisi de yaşattığından çok öldürmüştü ve bu
yakın zamanda da değişmeyecekti. Ama Ilya yine de deneyebilirdi.
Ilya sanki yanında oturan adamın düşüncelerini okumuş gibi, bahsi geçen eli Grey’in
bacağına koydu. Karanlıkta gülümserken Grey, azıcık daha uyuyormuş taklidi
yapmaya karar verdi, onu kandırabileceğinden değil ya. Gözlerini kapattığında
bu arabayı bambaşka yerlerde, artık uzak bir anıda kalmış hayatlarına geri
dönüş yolundayken hayal edebiliyordu.
…
Tutulan boynunu ovuşturarak arabadan indi. Ilya siyah Mercedes-Benz 280’in devasa bagaj kapağının arkasında kaybolmuştu. Ilya’nın indirdiği o çantalarda ne olduğunu anımsayınca yüzünü buruşturdu. Onları bagajdan çıkarıp yere koyarken Grey titreşimini asfaltta, ayaklarının altında, karnının içinde takla atan kötü histe duyabiliyordu.
Paltosuna sarındı ve ucuz motelin resepsiyonuna doğru ilerledi. Floresan ışığın etrafında dönüp duran sinekler kadar zayıf, kurumuş kadından tek gecelik bir oda istedi, nedense biraz çekinerek. Kadının gözleri bir an Grey’in ötesine, yeşil suyla dolu akvaryuma ve otoparka bakan pencerelerin olduğu yere gitti, sonra ona paslı anahtarlardan birini uzattı. Grey parasını olabildiğince hızlı ödeyip, acele bir teşekkür ve iyi akşamlardan sonra topukladı. Kapının yanında onu bekleyen partneri, dudaklarının arasında sigarası, otomattan iki tane gofret alıyordu.
“Akşam
yemeği,” dedi Ilya. Gördüğü an aklındaki her çirkin şeyi unutmasına yol açan, çok
iyi bildiği bir sırıtış. Şurup gibi, sıcak akan sesi.
“Eline sağlık.”
“Grey,
çantalar-“
“Çantaları siktir et.” Ilya bu sefer onunla hemfikirmiş gibiydi. Anahtar
deliğini zar zor isabet ettirip içeri daldıklarında, sinir bozucu eski bir
arkadaş gibi karşıladı onları tek kişilik iki yataklı oda. Ilya’nın kahkaha
atıp kollarından kaymasını izledi Grey, çaresiz.
Sıvaların üstündeki açık pembe boya, duvarda olduğundan çok yerlerdeydi. Minimalist dekorasyon, yalnız bir komodin. Ilya, yataklardan birinin üstüne gururla çökmüştü. Grey gülmemek için gerçekten çaba harcıyordu.
“Aşağı
inip o kadını öldüreceğim.”
“Hey, o benim işim.” Oturduğu yerin yanına birkaç kez vurdu. Grey, alayla gülümseyerek
yanına kuruldu, çok geçmeden yine az önceki sarmaş dolaş hallerindelerdi. “Tıpkı
eski günler gibi ha?” dedi Ilya.
Tıpkı
eski günler gibi. Grey şifre çözücü yeteneğiyle kirli para kazanmanın ona daha
fazla nakit, dolayısıyla daha fazla mutluluk getireceği yanılgısına düşeli
yirmi yıl olmuştu bile. Bir kere katıldıktan sonra “emekliye ayrılmak” üstü
kapalıca ölüm demekti, patronlar kimsenin konuşmasını riske atmıyorlardı.
Onların iş kolunda her zaman güvenilir adamlar, yeni adamlara tercih edilirdi.
Bu meslek batılabilecek en pis çıkmazdı, ama onu Ilya ile tanıştırmıştı ve bu
şansının, hayatı boyunca ilk defa yüzüne gülmesi değilse neydi bilmiyordu. Ilya
onun gibiydi ve aynı zamanda da değildi, yine de yirmi yılın en iyi kısımlarını
onunla geçirmişti. Her zaman benzer işverenler, benzer işler ve hepsinin
telaşında, neredeyse ev gibi hissettiren, benzer moteller.
Gömleğinin ince kumaşının üstünden, kırmamaya çalışırcasına dokundu ona. Grey
her şeyin içinde sadece bundan sıkılmamıştı, bu kadar güçlü birisini
ürpertebilmekten. Ucuz şampuan kokan saçlar, sadece böyle susan o hazırcevap
dudaklar, sıcak ten ve sıcak, sıcak, sıcak…
…
Duştan çıktıktan sonra Ilya odayı yeniden dekore etmişti. Çantalar odanın en köşesine, masanın altına itilmişlerdi, saklanması gereken şeyler. Grey komodini ortadan çekti ve iki yatağı birleştirdiler.
“Oldukça
öğrenci işi oldu.”
“Bilmem, bence sempatik.”
O gece yattıklarında, Ilya’nın çantadan sadece Browning tabancasını alıp yastığının altına koymasını göz ucuyla izledi.
Uyandılar,
odayı eski haline geri döndürdüler ve yeniden yola çıktılar. Dümdüz vadilerin
bitmeyen abisini kovalarken, arabayı kullanma ve hazırlık yapma arasında
nöbetleştiler. Gün batımına varmışlardı.
Ilya’nın onu kapısında bıraktığı otel dün gece kaldıkları yerin tam tersiydi. Ayrıldıkları
mavi pembe LED ışıklarla ve nem kokusu ile süslenmiş mütevazı motelin yanında
bu lüks, valelerin oradan oraya koşuşturduğu bina karanlığın içini sahte bir
güneş gibi aydınlatıyordu.
Temiz bir iş olacaktı. Grey önceden sahte adına ayırttığı otel odasına bütün
ekipmanını kurdu, gelenek icabı banyodaki küçük şampuan ve sabunları cebe attı
ve bekleyişe geçti. Güvenlik kameralarına erişip telefon hatlarını kestikten
sonra yapacak çok işi kalmıyordu, geri kalanından Ilya sorumluydu. Odanın
içinde gergince dönüp dolaşarak geçen birkaç saat sonra işe koyuldular. Emir
basitti, kadın ve onunla beraber gelen herkes.
Ilya yemek servisi yapan görevli rolünde, 505 numaralı odaya ilerliyordu.
Sürüklediği tepsilerin tekinde duran makaronlardan atıştırdı, birkaç tane de
sonrası için aldı.
“Eğer şunların hepsini yemezsen odaya girmek için bahanen olabilir,” diyen
bıkkın ama samimi ses kulağındaydı. Ilya bulunduğu koridordaki güvenlik
kamerasına göz kırptı.
“Eğer dikkatimi dağıtmayı bırakırsan buradan çıkınca sana bir şeyler
ısmarlarım,” dedi asansöre binince.
“Yine mi gofret?”
Ilya bitmek bilmez otelde yürürken, bütün aldıkları işleri ona ileten Bağlantı’ları ile yaptığı konuşmayı hatırladı. Hedefleri olan kadın, Grey ve Ilya’ya onu öldürtme görevini veren herifin eski üvey annesiydi. Tahmin etmeliydi, basit bir suikast için onlara fazla para ödenmişti. Güçlü, zengin ve oldukça yaşlı kocasının beynini yastığının arkasında patlatarak Venedik’ten kaçmış, birazdan kocasıyla aynı kaderi paylaşacak kadın için azıcık üzülmeden edemedi. Rahmetli uyuşturucu derebeyinin parasını kendi çıkarına ele geçirip silah ticaretine yatırım yapsa da, muhtemelen iyi birisiydi. Hepsi iyi insanlardı, o ve Grey de dâhil. Sadece kötü kararlar almışlardı.
Kapıyı
çalıp, Grey’i güldürmek için en oğlansı sesi ile, “Oda servisi!” diye çınladı. İstediği
tepkiyi alınca rolünden çıkmayıp, ruhsuz bir hizmet sektörü çalışanı gibi
görünmek için ağzının içini ısırmak zorunda kaldı. Kapı açıldığında
karşılaştığı herif, hayatı boyunca cebelleştiği bir insan tipiydi. Tepeden
tırnağa bir bodyguard karikatürü, diye düşündü Ilya. Sıkıcı, siyah takım
elbisesi üzerine bol gelen muazzam bir kas yığınıydı. Aralarındaki aşırı boy
farkından rahatsız olmuştu. Sessizlikle geçen birkaç saniyeden sonra, söylediği
tek kelime bile detone kadının izni ile içeri girdi. Odada seri üretilmiş gibi gözüken
yirmi adam daha vardı. Ilya somurttu. Çok da temiz bir iş olmayacaktı.
Abartılı koltuğun üzerine yayılmış kadın, Ilya’nın servis ettiği ıstakoz kadar
kırmızı ve cansız gözüküyordu. Yemeğine dalmak için telefonu kapatması ile Ilya
harekete geçti.
Ya şimdi ya da hiç.
Kemerinden
çıkardığı güvenilir Browning ile ilk olarak kapıyı
açan hıyarın alnının ortasına bir delik açtı. Elleri kemerine giden bir, iki,
üç adam sırasıyla eceline kavuştu, dördüncüsünü boyunduruğa alarak çok
kıpraşan, ağzı bozuk bir kalkan olarak kullandı. Neyse ki beş ve altı, bu
arkadaşı bilinçsiz kurşunlarıyla
Ilya’nın yerine susturdu. Şarjörü değiştirmek yerine ikinci tabancasını çıkarıp
altı, yedi ve sekizi ikişer kere vurunca, otelin onuncu katında olduklarını
unutup beyhude bir uğraşla kenara saklanmaya çalışan dokuzu, avans niyetine bir
tekme ile pencereden uçurdu.
On ve on bir etrafından ateş açınca on ikiye doğru hamle etti ve şarjör
değiştirmekten zekice vazgeçen adamdan sürpriz bir sağ kroşe yedi. Ağzının içi
kan tadıyla dolup, on ikiyi on iki yerinden bıçaklarken kahkaha atıyordu.
Sağlam yumruk yemenin moralini bu kadar düzeltmesi gerçekten şaşırtıcıydı. Oda,
kan izleri ve beyin parçalarından ibaret yeni bir duvar kâğıdına kavuşunca
şarjörünü değiştirdi. On üç ve diğerleri arka odada saklanıyor olmalıydılar.
Köşeden dönerken, on üçün silahını elinden alıp kafasını dirseğiyle duvar
arasında kıstırdı ve ona da güzel bir beyin sarsıntısı hediye etti. On dört ona
ateş açtı ama bu, on üçün duvarda kanlı bir Jackson Pollock eseri bırakarak
aşağıya inen vücudunu deşmekten başka bir işe yaramadı. On dördün boynunu
kırarken bir an sayıyı unutup son kalanların, karşısına dikilen on altı, on
yedi, on sekiz, on dokuz ve yirmi olduğunu zannetti. Beynine kan sıçramış on
altı, Ilya’yı vurmaya çalışırken yoldaşlarını feda ettiğini umursamaksızın
gangster işi makineli tüfeği ile üstlerine ateş açtı. Ilya hemen arkasına
saklandığı duvara çarpan elli sekiz ve tanrıya şükür, vücuduna giren sıfır
kurşun saydı. Ses kesildiğinde ve on altının anlık psikopatça neşesinin kokusu
dayanılmaz olmaya başladığında, saklandığı yerden çıkarak odanın içinde hâlâ
ayakta olan üç figürün ikisinin canını iki kurşunuyla aldı. Silahını refleksle
küvetin içinde oturan, daha ufak figüre doğrulttu. Bütün takım elbiseler yerde
ve sessizdi. Dizlerini göğsüne çekmiş çocuğun gözleri namlusunun üzerindeydi, sesi
çıkmıyordu. Ilya, çocuğun küçük suratındaki kanın çenesinden damlayışını izledi.
Tabancasını yere indirip odanın kapısını kapattı. Zihni buğuluydu, Grey’in
sesini duyabiliyor ama ne dediğini anlamıyordu. Şatafatlı koltuğun yanına
gitti. Kadının gırtlağına isabet etmiş kurşunun siyah deliğini görebiliyordu.
Dinleniyor gibi gözüküyordu. Ilya, kadının açık kalmış gözlerinin, belli ki
eskiden sıcak olan kahverengisine baktı. Oğlunun gözleri gibi kahverengi.
“Siktir.”
Kurşunlarını
saymıştı, ona çarpanın kendininkilerden biri olduğunu zannetmiyordu. Dikkatsiz
adamlarının başıboş kurşununa kurban gitmek bu kadın için bile acımasız bir
sondu.
“Siktir.”
“Ilya?”
Arkasından
gelen sese doğru döndü. Grey önce odanın içindeki katliama, sonra Ilya’ya ve
koltuktaki cesede baktı.
“Ne oldu burada?”
“Beklediğimden daha kalabalıktılar.” Ilya yere oturmuştu, bir sigara yaktı. “Ayrıca
banyoda bir çocuk var.”
“Banyoda… Bir çocuk var.” Ilya’nın şaka yapıp yapmadığını anlamaya
çalışıyormuş gibi bakıyordu. Ilya dumanını ona doğru üfledi.
“Hım. Küvette oturuyor, yüzü kan içinde. Kaçırman imkânsız,” dedi, Grey yere
yığılmış bodyguardların arasından banyoya doğru depar atarken.
Odaya
girdiğinde çocuk plastik Ikea taburelerinin birine çıkmış, aynada yüzünü
inceliyordu. Grey’e doğrulttuğu boş gözleri tüylerini diken diken etti. O
gözleri yerdeki iki cesetten saklamak için çok geçti artık. Yine de yanına
gidip önünde çömeldi, vahşi bir hayvanı korkutmamaya çalışırcasına. Sıcak suyla
ıslattığı havlularla çocuğun yüzünü sildi, olduğu kadar. İşini bitirince bir
daha göz göze geldiler.
Grey yedek kıyafetleri var mı diye soracakken çocuk onu şaşırtarak omzuna
yaslandı. Buna alışık olmalı, diye düşündü Grey irkilerek. Kaç tane ceset
görmüştü daha önceden? Küvete saklanmayı kim öğretmişti? Ona birazcık nazik
davranan, yumuşak sesle konuşan herkese güvenmeyi nasıl alışkanlık edinmişti?
Grey’in kolları çocuğun küçük bedenini sardı. Onu kaldırınca hiç tepki
göstermedi, hatta daha sıkı tutundu. Grey salona, kucağında uykuya dalmış gibi
gözüken çocuk ile geri geldi, sanki bu yapılacak en normal şeymiş gibi.
Ilya’nın bir karış açık ağzından sigarası dramatik bir şekilde yere düştü.
Sinirle, daha çok havlamaya benzeyen bir kahkaha attı, “Grey, canımın içi,
hayatımın ışığı, kalbimin hırsızı, ne bok yediğini zannediyorsun?”
“Onu
öldüremezsin.”
Grey’in tonundaki
kesinlik çenesini bir süre kapadı. Manik sırıtışı yüzünden silindi. Yeniden
konuştuğunda Ilya’nın sesi de ciddiydi.
“Talimatlar açıktı, kadın ve yanındaki
herkes. Muhtemel çocuk da dâhil.”
“Ne zamandır talimatlar ve emirler seni bu kadar ilgilendiriyor?”
Ilya somurttu. Dişlerini sıkmasının sesi neredeyse bütün odada yankılanıyordu.
“Ne kadar saçmaladığının farkındasındır umarım.” Artık ayağa kalkmıştı, “Hadi
bunun–” elini çocuğun olduğu tarafa doğru salladı,” –hedefimiz olması
gerektiğini saymıyorum, ne yapmayı planlıyorsun? Onu evcil hayvanımız mı
yapacağız?”
“Ona bakabiliriz.”
“Hayır bakamayız! İki katilin çocuk büyüttüğünü duydun mu hiç?”
Grey çatık kaşlarının arkasından yere bakıyordu.
“Ben katil değilim.”
Ilya ağzını bir şey diyecekmiş gibi açıp sonra kapadı. Arkasını dönüp birkaç
adım uzaklaşınca Grey ona döndü.
Şarjörü yenilenen silahın sözsüz tehdidi.
“Ama ben
öyleyim. Onu yere bırak Grey.”
Kucağındaki çocuk, Ilya’nın tükürerek söylediği cümlelerin manasını
anlamışçasına sinmişti. Grey’in yüzü hızla beyazlaştı, ama ikisi de adım
atmadı. Ilya’nın gözlerinde çözmek istemediği, soğuk bir ifade vardı. Daha önce
bu bakışı hiç ona yöneltmemişti. Ilya’nın konuşurken sesi titredi.
“Bana bunu yaptırma.”
Grey namlunun ucunun tehditlerine rağmen hâlâ yere baktığını fark etti. Bu
adamı iyi tanıyordu, normalde herkeste işe yarayan blöflerine ve bravadosuna
kanmak için fazla iyi. Nabzını ölçercesine dikkatli bir adımla ilerledi, Ilya’nın
yanından, kapıya doğru. İlk tetiğin çekildiği yere geldi, yerde devasa, takım
elbiseli bir adam iki seksen uzanıyordu. Grey bir şey fark etti.
“Neden onu bulduğunda vurmadın?”
Sorusu havada asılı kaldı. Odanın içerisindeki hava o kadar ağırdı ki Ilya’nın
nefesinin kesildiğini ensesinde hissedebiliyordu. Boğuk bir sesle mırıldandı,
“Cephanem kalmamıştı.”
Göremediğini bilse de gülümsedi Grey.
“Yalancı.”
…
Dönüşteki
araba yolculuğu geliştekinden oldukça farklıydı. En yakın McDonalds’dan çocuk
menüsü, yeni kıyafetler ve saç boyaları alınca, Grey, Bağlantı’ları ile
iletişime geçip işi tamamladıklarını iletti. Her zaman duydukları bilgisayarla
kalınlaştırılmış ses son yirmi yıldır hayatlarının büyük bir parçası olmuştu.
Sadece kullan-at hatlar veya telefon kulübelerinden gerçekleştirilen
konuşmalar. Karşı taraf her zamanki gibi banka işlemlerinden bahsederken bunun son
sefer olduğunun farkında değildi.
Grey, Bağlantı ile mecburen bitecek ilişkileri için biraz üzüldüğünü fark etti.
Bu mesleği icra etmiş olduğu yıllarda, hakkında bir şey bilmediği insanların
kötü olduğunu düşünmektense, iyi olduklarını ummayı alışkanlık edinmişti, akıl
sağlığını koruyabilmek adına. Bağlantı’yı değişmeyecek bir gerçek, ama arkadaş
denilemeyecek kadar uzak ve ulvi bir varlık olarak kabul etmek onu tuhaf bir
biçimde rahatlatmıştı geçmiş yıllarda.
Tatsız konuşmaları biterken Bağlantı, normalden sadece bir saniye daha fazla
hatta kaldı. Belki de sessiz, anlayışlı bir elveda, diye umdu Grey, sık sık
yaptığı gibi.
Görünüşte hiçbir şey değişmemişti, eğer sıradan bir işi tamamlamış olsalardı da
aynı şekilde Bağlantı ile iletişime geçecek, ucuz bir yerde yemek yiyecek ve
kimsenin yüzlerini bilmediği bir yerlere gideceklerdi.
Ama her şey değişmişti.
Ilya,
sadece kendinde saklı bir nedenden dolayı, şehirden çıkınca durdukları bir
benzincinin tadilata acilen ihtiyacı olan tuvaletini, kendilerinin ve az önce
kaçırdıkları çocuğun saçlarını boyamak için uygun bir yer olarak görmüştü. Grey
aynı fikirde değildi, ama bir şey demedi. Bugün Ilya’yı kızdıracak yeterince
orijinal fikir ortaya attığını düşünüyordu.
Rhys -adı buydu- Happy Meal’ını tükettikten sonra biraz konuşmuş, ama şimdi
Ilya’nın onu durdurma çalışmalarına rağmen saçlarıyla oynamaya dalıp yeniden
suskunlaşmıştı. Grey onların cebelleşmelerini izlerken hayal meyal gülümsedi.
“Her
zaman bu kadar kolay mıydı? Kaçıp gitmek?” dedi Grey, Rhys’in saçlarını
boyarken. Çok güzel, kumral saçları vardı, beş yaşındaki çocuklar için zararlı
olmadığını umduğu kimyasallarla çocuğun saçlarını korkunç bir platin sarısına
çevirirken kendini kötü hissediyordu.
Ilya dalgın dalgın sigarasını tüttürüp, Rhys’in izlemesi için mükemmel duman
halkaları üflüyordu.
“Sanırım ona ihtiyacımız vardı.”
Grey ona döndü. Ilya’nın ilgisi bahsi geçen çocuktan çekilmişti, şimdi aynadaki
yansımasına bakıyordu. Normalde yüzünden akan o kurnaz, kendine güveni tam ve
ah, pek büyüleyici halinden eser yoktu. Neredeyse savunmasız görünüyordu, Grey
içinde bir şeylerin ezildiğini hissetti.
Bunun hakkında ne düşüneceğini bilemiyordu. Ilya bir süre sonra ona dönüp,
bakışını yakalayınca biraz utanarak gözlerini kaçırdı Grey. Ilya bir şey
demedi, sadece gülümseyip aldıkları şeylerle dolu poşete uzandı.
Poşetten
çıkardığı şey ucuz saç boyası değil, bir makastı.
Ilya o uzun,
mükemmel saçlarını keserken Rhys de Ilya’yı, beş yaşındakilerden beklenmeyecek
bir dikkatle izliyordu. Belki de Rhys çok sıradan bir beş yaşında çocuk
değildi, ama bununla sonra ilgilenmeleri gerekecekti. Ilya’nın tutam tutam beyaz
saçları sessizlik içerisinde lavaboya düştü. Kesim bitince, Grey uzanıp
Ilya’nın artık kısacık kalmış saçlarını düzeltti.
Yüzünde az önce beliren ifade ve saçının bu hali Grey’in uzun süredir onda
görmediği şeylerdi.
Böyle, oldukça genç gözüküyordu.
Grey bir zamanı hatırladı. Silahları ve Ilya’nın ellerindeki kanı. Büyük bir
adamın çocukluğunu.
Yaşadığı, gördüğü şeyleri ona hiç anlatmamıştı, ama Grey anlıyordu. Bu hayat,
bilgisayar arkasında gerçekte olduğundan çok daha farklıydı, ama anlamak için
çok uğraşıyordu ve Ilya bunun yüzünden onun için öldürürdü, onun için öldürmüştü.
Arabadalarken
Grey’in omzuna yaslanmış uyuyan Rhys’e baktığında Ilya, fikrinin değiştiğini
düşündü. Her şey hakkında. Yeni, taze kimlikleri sadece başka sahte isimler değil,
yabancı birileri gibiydi. Tanımak istediği yabancılar.
Eski yaşamları arkalarından gelir miydi bilmiyordu, ama o geri dönmek zorunda
kalsa bile, Grey’i de Rhys’i de bir daha bu işe bulaştırmayacağına kendi
kendine söz verdi.
…
Banliyöler sıra sıra, sonsuza dek sürüyordu. Oturduğu salıncaktan, şık aile arabalarının park edildiği geniş caddeyi ve karşıdaki evleri görebiliyordu. O ve yanındaki kız “çocuklar sıkılmasın” diye arka bahçeye kışkışlanmışlardı, sanki velilerinin asıl niyetlerinin günün sonunda huzur içerisinde politikacılara küfretmek ve ince, cinsel içerikli, toplum tarafından kabul görülebilir espriler yapmak olduğu belli değilmiş gibi.
Lowel’lar iyi bir aileydi ve kızları da okulda arada selamlaşacak kadar sempati duyduğu birisiydi, ama şu güzel cuma akşamını onunla geçirmeye çok da niyeti yoktu.
“İster
misin?”
Rhys teklifin ucundaki şeye baktı. Kız incecik parmakları arasında neredeyse
kamufle olmuş bir esrarlı sigara tutuyordu.
Bahçe fenerlerinin sönük ışığında yüz hatlarını izledi.
Yapması gereken şey bu muydu? Kafayı çekip, babasının arabasıyla çok da
tanımadığı bir kızı, Amerikan orta sınıf varoşların güvenliğinde bir yerlere
götürmek, onları kimsenin duyamayacağından emin olduklarında avazları çıktığı
bağırmak,
“Hayatımdan nefret ediyorum!”,
“Babamdan nefret ediyorum!”,
“Bu kasabadan nefret ediyorum!”
Bir anda kendini hasta hissetti. Veba gibi, cüzzam gibi onu içten içe tüketen o korkunç duygu, en beklemediği anlarda kendini belli ediyordu. Kızdan izin isteyip evine girdi.
Barbeküde yediği ne varsa çıkardı. Bir süre yatağına serilmiş, kendi kendisine ölü taklidi yaptıktan sonra, eğer evden çıkmazsa babalarının endişeleneceğini düşünerek aşağıya geri indi. Ön bahçeden gelen konuşma ve kahkaha seslerini Lowel’ların gidiyor olmasına yordu, iyi bir çocuk gibi dışarı çıkıp, keş kız ve oldukça sıradan görünümlü çakırkeyif anne babası ile tokalaştı. İyi insanlar olduklarına emindi, ama şüphelenmeden edemiyordu. Rhys’in babalarının yüzündekileri tam olarak aynalayan gülümsemeleri, bütün akşam havadan sudan konuşurkenki halleri, çok sıradan, çok Amerikan. Acaba–
Misafirler
gidince nasırlı, yüzüklü parmaklar Rhys’e doğru uzanıp saçlarını dağıttı. “Bu
akşam çok geçe kalma,” dedi Ilya. “Bilgisayar oyununun sesi bizim odadan
duyuluyor.” Babasının o ikonik sırıtışına Rhys yüzünde çarpık ve sahte duran
gülümsemesi ile karşılık verdi.
Öbür babası çakırkeyif seviyesini çoktan geçmişti. Grey kulağa iyi geceler gibi
gelen bir şeyler mırıldandıktan sonra kocasını öptü ve herkes odalarına doğru
çekilmeye başladı. Rhys, tam merdiveni ikişer ikişer tırmanarak yukarı
çıkıyorken yolun ortasında adının seslenilmesi onu durdurdu. Omzunun üstünden,
arkasına baktı.
Merdivenin
başında duruyordu. Babası çoktan içeri gitmişti, ama Ilya hâlâ oradaydı. Ilya’nın
sürekli Rhys ve babası arasında durmaya dikkat ettiğini uzun zaman önce fark
etmişti. Sanki Rhys’in her an patlaması ihtimaline karşın bir duvar gibi.
Rhys sesinin olabildiğince doğal çıkması için uğraştı.
“Efendim?”
Ilya
gülümsedi.
“Sadece iyi geceler demek istedim evlat.”
Rhys tuttuğunu
fark etmediği bir nefes verdi.
“Ha, evet, sana da iyi geceler baba.”
Ilya bir espri daha yaptıysa da hatırlamıyordu, Rhys merdivenleri garip
gözükmeyecek en hızlı adımlarıyla tırmandı ve odasına girip kapıyı arkasından
kapadı.
Biliyordu demek ki. Hemen yatağına doğru ilerleyip, yastığının altına sakladığı
mutfak bıçağını çıkardı. Körelmişti, ayrıca Rhys’te de yeterli kas gücü yoktu.
Bu da işine yaramazdı. Dolabında duran kutulardan birinin içine sakladı bıçağı.
İşini şansa bırakmayacak bir şeye ihtiyacı vardı.
Uygun zamanın gelmesi için birkaç haftanın geçmesi gerekti. Genellikle ikisi de evde oluyorlardı, Grey yeni bir programlama işi aldığında bazen çalışma odasından günlerce çıkmıyordu ve Rhys de böyle bir zamana denk gelmişti. Ilya’nın eski eşyalarının çalışma odasındaki dolapların içinde olduğunu biliyordu, küçüklüğünden beri oraları karıştırmasına hep kızmışlardı çünkü. Ne bulacağından tamamen emin değildi. Şu an babasını gören kimse, beyaz saçları ve gözünün altındaki kırışıklıklar ile yıllar geçtikçe daha bir sempatik olmuş şoförlerinden şüphelenmezdi. Ama Rhys onu biliyordu, ne yaptığını ve ne kadar iyi olduğunu. Bir şeyler saklamış olmalıydı.
Rahatsız edilmeyeceğinden emin olduğu bir gün, kendini çalışma odasında buldu. Üstüne bir sürü kutu yığılmış eski, ahşap dolaplara ulaşıp kapılarını açtığında ellerinin ne kadar titrediğini fark etti. Dolapta aradığı dönemden kalma çok fazla şey yoktu, olanlar da kıyafetler, kim bilir içinde neler olan sabit diskler ve tanımadığı müzisyenlerin vinillerinden ibaretti. Her şeyi çaktırmadan yerine koyabilmek için ıvır zıvırları aldığı düzenle yere diziyordu. Sonra, yarım saatlik artık sıkıcı olmaya başlamış aramanın ardından, üstü pis bir bezle sarılmış ağır, ahşap kutuyu ortaya çıkardı. Bez, ellerinin altında son, kokuşmuş bir uyarıydı. Sanki babasının içinde taşıdığı bütün kir ve kötülüğe sinmişti. Rhys yere çömelirken onu umursamazca yere attı ve ahşap kutuyu açan parmaklarını izledi.
Parlak metalden yüzüne yansıyan ışık, tek kelimeyle, çok güzeldi.
Ah, ama aynı zamanda çok tanıdıktı da. Çıkaramadığı, buğulu bir anı aklında tekrar tekrar geriye sarılıp oynuyordu. Elini üstünde gezdirdi. İnsanın babasına bu kadar benzeyen bir silah görmesi korkutucu, açıklanamaz bir histi ve bununla ne yaptığını bilmek de…
Kutunun içinden onu dikkatlice alıp yere koydu. Şimdi de bir mermi bulması gerekiyordu, daha fazlasına ihtiyacı olmayacaktı.
…
Bir
zamanı hatırlıyordu. Rüya mıydı yoksa gerçekten yaptı mı bunu emin değildi – birkaç yıl önce olması lazım– ama gözlerini
açıp kendisini babalarının yatağının önünde, gecenin en karanlık olduğu
saatlerde dikilirken bulduğunda neden orada olduğunu biliyordu. Kollarını yukarı
kaldırmıştı, mutfak bıçağı terli avuçlarının içinde sanki Rhys’in elleri için
yapılmışçasına rahattı.
Eğer bıçağı bütün gücü ile indirse, uykunun kollarında, korkutucu saf mavi
gözleri saklı adamın göğüs kafesini delebilir miydi bilmiyordu.
Eğer yapabilse, öldürdüğü adamın kocası çırpınmalara ve Ilya’nın ağzından
boşanan kanlara uyanır mıydı, kollarını ona dolar mıydı, ağlar mıydı, onu
sevdiğini söyler miydi veya bunun her zaman olabileceğine hazırlıklı yaşamış mı
olurdu? Soğukkanlılıkla, yıllardır baktıkları, büyüttükleri ve –istemeden de
olsa– yetiştirdikleri katile sorar mıydı,
“Neden?” diye.
Yoksa Rhys’i anlar mıydı, “Özür dileriz.”
Acaba onu öldürür, sonunda yıllar önce yapmış olmaları gereken şeyi yapar mıydı?
Rhys’in kolları düşmüştü. Arkasından kapıyı kapatmadı.
…
Bir takırtı duyduğunda, Ilya uyuyordu. Grey yanına dönüp onun huzurlu yüzünü ve uzun kirpiklerinden yanağına düşen gölgeleri izledi. Eskiden, en ufak seste bile uyanan, saldırmaya hazır olan o olurdu. Bu hayatın ona yaptığı her şeyi çok seviyordu, artık korku içinde yaşamamasına dâhil, son yıllarda oluşan küçük göbeğini ve eskiden vücudunda her gün artan yara izlerinin hepsinin kapanıp, zar zor ayırt edilen pembeliklere dönüşmesini.
Bu yüzden onu uyandırmadı ve içeriden gelen sese bakmak için kalktı. Arada sırada eve giren kedilerden biridir diye düşünüyordu, Rhys ile ikisi ne kadar ısrar etse de Ilya kedilerin varlığına tamamen karşıydı, o yüzden eve girenleri enselerinden tutup dışarıya bırakmayı alışkanlık edinmişti.
Ama koridorda gördüğü bir kedi değildi.
Anında kalbinin çarpışını kendi kulaklarında duymaya başladı. Aklına gelen ilk düşünce “Bizi nasıl buldular?” oldu, sonra da adamın merdivenin önüne yaklaştığını görünce “RhysRhysRhysRhys–“ Ama adam yukarı çıkmadı. Merdivenlere baktı, sonra vazgeçercesine salonda ilerlemeye devam etti. Grey o zaman koltukaltında taşıdığı dizüstü bilgisayarı ile Rhys’in tabletini gördü.
Siyah kar maskesi ve ucuz kovboy silahı.
Sıradan bir hırsızdı bu. Silahlı bir hırsız, ama yine de sadece çok şanssız bir hırsız.
Grey, kocasını uyandırmak için geriye doğru bir adım attı, ama duyuldu. Salonda ona doğru dönen gözler ve silah, o kadar tanıdık ki kemiklerinde hissetti. Yine bu ha? Adam, daha fazla muhtemel aile üyesini uyandırmamak için parmağını siyah kumaşın kapadığı dudaklarına götürdü, daha sonra ona eliyle gelmesini işaret etti. Grey, refleks olarak elleri kafasının üstünde, dediğine uydu. Sessiz emir üzerine yakına geldiğinde, adamın ellerinin titrediğini gördü. Yetmiyormuş gibi, bir de acemi. Grey önceleri Ilya kadar güçlü veya çevik olmadığı için kendi savunma yöntemlerini geliştirmek zorundaydı, tıpkı şimdi olduğu gibi. Eğer konuşabilse, blöf yapabilse, bu işi kurtarabileceğine emindi, ama şu an tamamen karşısındaki, görünüşe bakılırsa genç adamın merhametine kalmıştı.
Bahsi geçen kişi kararsız gibi gözüküyordu. Grey’in bir alnının tam ortasına, sonra biraz daha aşağı, daha güvenli bir bölgeye, daha sonra yeniden alnına nişan aldığı silah elinde durduğu şekle bakılırsa doluydu.
Silah son bir kere, tekrar indiği yerden yükselip alnına doğru hareket ederken tetiğin üzerindeki parmak gerginleşti.
Grey kaderine inanamıyordu.
Kulakları sağır eden bir ses, gözlerini kör eden kan.
Önünde duran vücut, bir an sendeledikten sonra, ağır ağır çökerek yere yığılı kaldı, gevşek. Grey ilk kar maskesinden fışkıran kan çanağı gözlerine baktı, daha sonra da önüne.
Merdivenin başında duruyordu. İki eliyle sıkı sıkı tuttuğu Browning tabanca, daha doğrusu elinde Ilya’nın Browning tabancası ile titreyen Rhys. Bembeyaz olmuş yüzünde dehşet, ama kalbinde açıklayamadığı bir his.
Rhys silahı
elini yakmış gibi yere fırlattı. Onunla, oğluyla göz göze geldi Grey. Küvette
bulduğu o çocuğun gözleri ile aynıydılar hâlâ.
Yerden güçlükle kalktı, Rhys ile ortada buluştular ve onu göğsüne bastırdı, o
günkü gibi. Rhys sessizce ağlıyordu, belki o günkü gibi, belki de değil.
Sonra Grey’in omzundan baktığı yerde babasını gördü.
Açık kalmış pencereden içeri giren soğuk rüzgâr ve beyaz saçlar. Ilya koridoru salona bağlayan yerde, yüzünde anlatılması imkânsız bir ifadeyle duruyordu.
Dudaklarında o gülümseme.