Bu çalışma 40 yıl önce Rivan’ın doğu sınır şehri olan Tulya’da yaşayan Sigun halkının, Başkent’in merkezine göç etme nedenlerini ilk ağızdan öğrenmeyi amaçlamaktadır. İki yıl önce, Rivan Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Umay Ünlü’nün yürüttüğü “Sigun Halkı ve Kültürü” projesi kapsamında, Mimza’yı ziyareti sonrasında tarihçiler ve sosyologlar bir kamuoyu oluşturmuşlardı. Sigunların köyleri, 40 yıl önce basında yer alan fotoğraflardan çok daha vahim durumda gözüküyordu. Bu projenin devamı niteliğindeki bu araştırmada, Sigun halkından konuşma cesareti gösteren Ezi Gök Kurtuluş ile röportaj yapıldı. 6’sı kadın, 4’ü erkek olmak üzere 10 kişiyle de yazıya aktarılmadan görüşmeler gerçekleştirildi. Kimliklerini kesinlikle gizli tutmak istediler. Biz de onların taleplerine saygı duyduk. Çoğunluğu kadın olan azınlık grubu röportaj fikrine pek sıcak bakmasa da, Ezi Hanım’ın konuşma cesaretini göstermesi sevindirici bir olaydı. Ona hayatını en başından anlatmasını rica ettik. Bazı noktalarda isim, yer adı ve rütbe vermek istemedi ya da verildiğinde de, yazıya dahil edilmesini istemedi. Bu isteğini saygıyla yerine getirdik.
Teşekkür
Röportajda yardımlarını hiç eksik etmeyen Prof. Umay Ünlü, Prof. Zeki Namlı ve röportajı yaparken bana yardımcı olan Yıldız Ferdioğlu’na çok teşekkür ederim. Tabii ki teşekkürlerin en büyüğünü, yaşadıklarını başından sonuna cesurca anlatan muhteşem kadın Ezi Gök Kurtuluş’a. Ona sonsuz minnettarım.
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Ezi Gök Kurtuluş. Tulya’nın küçük bir ilçesi olan Mimza’da doğdum. 18 yaşına kadar köyümde yaşadım. Sonrasında Rivan’a göç etmek durumunda kaldım. İki tane abim, annem ve babamla küçük bir bahçe içerisinde, iki katlı ahşap bir evimiz vardı. Yaşadığımız mahalle komple ceviz, ıhlamur ve çınar ağaçlarıyla çevriliydi. Lise mezunuyum. Üniversiteye gidecektim fakat fırsat olmadı tabii. Abimler Tulya Üniversitesi Biyoloji Bölümü Botanik Bilim Anadalı’nı bitirdiler. Evin arka bahçesi onlar sayesinde sera gibiydi. Her türlü çiçek, bitki, sebze vardı.
Köyünüzdeki olayların nasıl başladığını hatırlıyor musunuz?
Hatırlamam mı? Biz babamla çeşmeye gitmiştik. İkimizin elinde de ikişer bidon vardı. Çeşme de çamurlu bir alandaydı. Lastik çizmelerimizle bata çıka gitmiştik (bir süre durup gülümsedi). Babamın merkezden koşarak gelen arkadaşı, askerlerin geldiğini söyledi. Babam ters giden bir şey olduğunu hemen anlamıştı. Bidonları yüklendi, koşa koşa beni eve bırakıp merkeze gitti. Babam uzunca bir süre gelmeyince, biz de olayın ne olduğunu anlamak için meydana gittik. Üniformalı askerler vardı. Bizim muhtar ve birkaç vatandaşla hareretli bir konuşma içerisindelerdi. “Yapamazsınız”, “Vicdanınız yok mu?” gibi şeyler söylüyordu muhtar. Asker de sinirlerine hakim olamadı, “Amca emir kuluyuz biz de. Çek git işine!” dedi. Muhtar artık sinirlenip askeri itti mi, sadece dokundu mu, yoksa hiçbir şey yapmadı mı bilmiyorum ama bir haraketlenmeden sonra, asker elindeki tüfeğin tersini muhtarın kafasına geçirdi. Adamcağız yere yığıldı tabii. Sonrası kaos işte.
İşgalin ve kaosun sebebi neydi?
Şöyle anlatayım. Biz oranın yerlisi olduğumuz için değerli arazilerin neredeyse hepsi bir ya da iki aileye aitti. Ailelerin arasında hiçbir zaman toprak kavgası olmamıştı. Biz de bu durumdan hiç şikayetçi değildik. Herkesin küçük küçük arsaları vardı. Halk çalışıp karnını doyuruyordu zaten. Tarım ve bahçecilik için kullanılan büyük ve verimli alanlar, Tor ailesinin kurduğu MiSi şirketine ait özel arazilerdi. Her türlü gıda tarımı ve yiyecek imalatı yaparlardı. Neredeyse bütün köy burada çalışırdı. Marketlerde, pazarlarda hep bu marka olurdu. Hem bizim üretimimiz hem de uygun mallar satılıyordu. Babam da MiSi’de çalışırdı. Tabii Başkent’te başka işalanları da vardı Kağan Tor’un. Tor ailesi bir gün bize MiSi’yi devredeceğini söyledi. Babamlar üzüldü, kızdı, hayalkırıklığına uğradı. Anneme, “Daha az bir parayla geçinmek zorunda kalabiliriz,” demişti. Meğer Tor ailesi arsaları devlete satmış. Kağan Tor’un torunu Ceren bu olaylar aklına geldikçe bugün hâlâ ağlar. “Bizim suçumuz,” deyip dövünür. Arsaların satılmasından bir hafta kadar sonra devlet sözcüsü bir adam geldi. Şimdi adını ve pozisyonunu söylemek istemiyorum. Arsalar devlet eline geçtiği için fabrikayı yıkmak istediler. Çalışanlar isyan etti haliyle. “Biz başka bir iş bilmiyoruz. Ekmek yiyoruz burdan. Yapmayın, etmeyin. Daha az maaşı da kabul ederiz,” gibi şeyler söylemişler. Bu alana yapımı birkaç yıl sürecek bir enerji santrali yapılacağını söylemiş işçilere. Onca ağaç ve tarım alanı katledilecekti anlayacağın. Yapabilirlerdi. Sonuçta artık onların arazisiydi. MiSi’nin üç tane ana fabrikası vardı. Köyün çeyreğinden biraz fazlasını kaplıyordu arazileri. Üç ana yerde de, bağlarda ve tarım yerlerinde de günlerce oturma eylemi yapıldı. Babamlar orada kaldılar. Gelen devlet adamları zapt edememişlerdi işçileri. İşte üç gün sonra da askeri birlikle köye giriş yaptılar.
Daha sonra olaylar nasıl gelişti?
MiSi’nin işçileri karşı gelmeye başladı. Taş atıyorlardı. Aralarında babamı da görmüştüm. İlk başta askerler fazla fevri değildi. Fakat işçiler sinirden ve ümitsizlikten ne yapacaklarını şaşırmış durumdalardı. Daha da örgütlenip tuğla ve sopalarla karşılık veriyorlardı. Ne kadar işçi varsa artık meydandaydı. Askerler havaya uyarı ateşi açtı. Annemle yere eğilmiştik. Geriye dönüp baktığımda herkesin meydanda dehşet içinde olayları izlediğini gördüm. İşçileri geri püskürtmeyi başarmışlardı. Biz ise taş kesilmiştik. Askerler işçilerden yakaladıklarını araçlara bindiriyorlardı. Çoğu işçi ellerinden kurtulup fabrikalara kaçtı (Ezi Hanım bu noktada bir süre ağladı). Artık iş çığırından çıkmıştı. Kadınlar çığlıklar atarak çocuklarının ve eşlerinin pes etmelerini istiyorlardı. Bazı işçiler askerler tarafından yakalandığı için eşleri fenalık geçirmişti. Ne olduysa hepsi fabrikada oldu. İşçiler çok dil dökmüşlerdi. Başka türlü iş bilmiyoruz. Biz ne yapacağız diye. Fabrikaya sığınan işçiler çıkmamak için çok direndi. Bir film izliyor gibiydik. Birden fabrikayı ateşe verdiler. O an dizlerimin bağı çözüldü benim. Yere yığılmışım. Babam da oradaydı. Bana sonsuzmuş gibi gelen bir süreydi. Ölenler çok oldu. Sanırım askerler babamların ateşten korkup çıkacaklarını düşündü. Eski bir fabrikaydı. Tamamı eski kalaslardan yapılmıştı. Artık ne olduysa, saniyeler içerisinde alev aldı ve yıkılmaya başladı. Çoğu alevlerden kurtulamadı. Kalanlar da tutuklandı (bir süre sessiz kaldı). Babam da orada can verenlerden. Sonraki birkaç saati hatırlamıyorum. Onca sene geçti hâlâ hatırlayamıyorum. Arada rüyalarımda yine o fabrikayı görürüm, o ağlama ve çığlık seslerini duyarım, fakat sonraki birkaç saati hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde fabrikanın ve bahçelerin olduğu büyük arazi kül olmuştu. Orman gibiydi bizim köy. Genzimi yakan dumanla kendime gelmiştim zaten. Kontrollü bir şekilde, satın aldıkları tüm araziyi ateşe verdiler. Biz de elimiz kolumuz bağlı izledik.
İnanışınızı göz önünde bulundurursak arazileri yakmanın sizce başka bir anlamı var mıydı?
Ateş bizim inanışımızda ölümü temsil ediyor. Sigun halkı yüzyıllardır Mergen inanışına sahipler. Toprak ve çınar, yani hayat ağacı bizde kutsaldır. Hayat ağacının ruhunda Ötügen Ana’nın yaşadığına inanırız. O toprağın, suların ve dağların koruyucu tanrıçasıdır. Sigun alageyiktir. Sigun, Ötügen Ana’nın kutsal bildiği bir hayvandır, diğerlerine yol gösterir. Geyiği takip ederek buraya sığınan halkımızın adı bu yüzden Sigun’dur. Ateş ölümdür, karanlıktır, yok olmadır. Biz ölülerimizi gömerken göğüslerine yedi adet çınar dalı koyarız ki Ötügen Ana onların göğüslerine dönsün. Kalplerine girsin. MiSi’nin fabrikalarının yanında, okulların bahçesinde, hastanelerin bahçesinde bir tane çınar ağacımız hep vardı. Bazen dilek dileyip dallarına yazma da bağlanırdı. O gün o arazide birkaç tane çınar ağacı yandı. Belki de Ötügen Ana’nın kalbini yaktık. Kim bilebilir? Bizim kültürümüzde ateşin yerini biliyorlardı. O yangın yeri bize bir mesajdı. Artık eski hayatınız öldü dediler.
Başkent’e göç etmeye nasıl karar verdiniz?
Bir bakıma zorunlu bir göç oldu. Erkek sayısında ciddi bir azalma vardı. Abilerim tutuklanmıştı. Nereye götürdüler, ne zaman dönerler, onlara ne yapacaklar, hiçbir fikrimiz yoktu. Fabrikadan çıkartılan cesetlerin cenazesi yapılmıştı. Müsadenizle o günü anmak istemiyorum (gözleri doldu). Öylece ortada kalmıştık. Bir günde üç oğlunu ve eşini kaybeden komşumuz vardı. Perişan olmuştuk. Ağlayan, kendini duvarlara vuran, sinir krizi geçiren, bayılan bir sürü kadın vardı. Annem o gece evimizin arkasındaki çınara dua etti. Babamın ve abilerimin gömleklerinin kollarını kesip bağlamıştı çınarın dallarına. İkimizde ağlaya ağlaya evin bir köşesinde uyuyakalmıştık. Sonuçta öyle ya da böyle yaşıyorduk. Bu sırada yanan koca arazinin etrafına tel çekmişlerdi. Söylediklerine göre uzun süre kapalı kalacak, sonra da işte enerji santrali mi ne açacaklardı. Güz dönemine girince kalan köy halkı olarak aç kalma noktasına gelmiştik. Bahçemizdeki serada bir şeyler yetiştiriyorduk fakat kışa doğru o da olmayacaktı. Tor ailesi kalanların durumundan haberdar olmuşlar. Mimza’ya gelip bize Başkent’te iş teklif ettiler. Fazla büyük bir şey değildi. Yeni bir konfeksiyon atölyesi açmışlardı. Adamın yüzüne tüküren bile oldu o gün. İçlerindeki öfkeyi Kağan Tor’dan çıkartmaya çalıştılar. Bu durumu çok sakin karşılamıştı. Siz iyice düşünün deyip gitti. Abimlerin nerede oldukları ve ne zaman dönecekleri belli değildi. Bütün gece gözüme uyku girmemişti. Ertesi sabah Başkent’e gitmeye karar verdik. Orada kalmak artık çok acı veriyordu. Herkesin yüzü kül gibiydi. Mutsuzluğa bizim gibi dayanamayanlarla birlikte birkaç gün sonra tası tarağı toplayıp köyden ayrıldık.
Başkent’teki ilk günleriniz nasıldı? Kimliğinizden dolayı hiç dışlandınız mı?
(ağlamaya başladı) Zordu. Ben bu kadar yabancı hissedeceğimi düşünmemiştim. Biz Başkent’e daha önceden gezi amaçlıgelmiştik. Fakat bu farklıydı. Biz ilk gelenlerdik. 30-35 kişiydik otobüste. Herkes zor günler için biriktirdiği para ve erzak dolu çantalarla bilinmeze bırakmıştı kendini. Konfeksiyon atölyesinin yatakhanelerinde kaldık bir süre. Yerlere bile yatak atmıştık. Adım atacak yer yoktu yatakhanede. Birkaç ay sadece çalıştık, yemek yedik ve uyuduk. Tor ailesinin avukatı da, ücretli de olsa, götürülen yakınlarımızın durumu konusunda bize yardımcı oluyordu. Abimler Tulya’da cezaevindelermiş. Mahkemeleri daha görülmemişti. Tabii bulunamayan insanlar da vardı. Hâlâ da neredeler kimse bilmiyor. Birçok eylem yaptı kadınlar. Annelerden de tutuklananlar oldu. Gaz yediler, cop yediler. Fakat bir türlü çocukları nerede, öğrenemediler. En son düzenlenen eylemde bir anne onca gazdan dolayı astım krizine girip sokağın ortasında ölmüştü. O olaydan sonra eylem yapanların sayısı azaldı. En son sessiz eylem yapıyorlardı. Sonra ne oldu, bilmiyorum. Çok büyük acı. Biz ise abimleri görmeye hiç gitmedik. Avukatımız bize yardımcı oluyordu. Onun da hakkını hiç ödeyemeyiz. Bizim yerimize kaç kere abimlerle görüşmeye gitti. Dışlanma olayına gelirsek, maalesef birkaç olay yaşadık. Biz anadilimizi de, Rivan’ın dilini de birlikte öğreniyoruz. Başkent’e geldiğimizde yolda yürürken kendi aramızda anadilimizi konuşurduk. Fakat halktan çok olumsuz tepki geldi. Bir kere bir çay bahçesinde çay içiyorduk. Yine kendi aramızda anadilimizde konuşuyorduk. Garson bizi nazikçe oradan kovmuştu. Tüm insanlar bize bakıyordu. O an çok utanmıştım. Bir daha da başkalarının yanında anadilimi konuşmadım. Halktan sadece kadınlar kaldı deyip abuk subuk konuşan insanlar vardı. Topluca yaşadığımız yatakhanenin sokağında bizi zamanla tanımışlardı. Diğer insanlara da heralde kim olduğumuzu söylediler. Çok evlilik teklifi gelmiştir annemlere. Kocan yok şimdi senin, diyip sokakta önümüzü bile kesiyorlardı. Ota tapanlar diye de dalga geçenler oluyormuş okullarda. Küçük yaştakiler mecbur Başkent’te okula yazılmışlardı. Bilirsiniz çocuklar daha zalim olabiliyorlar. Şiveyle konuşan çocuklarla o zamanlar dalga geçiliyordu. Ağlayarak okuldan yatakhaneye geliyorlardı. Gitmek, dönmek istiyorlardı. Baba diye ağlayan çok çocuk oluyordu.
Peki evlendikten sonra da dışlanma ya da yadırganma mevzusu oldu mu?
Fazla değil. Ben 20 yaşında evlendim. Biraz erken oldu yani. Eşim o zamanlar uzman çavuştu. Çok ironik değil mi? (güldü) Konfeksiyonun birkaç sokak ötesinde bir askeriye vardı. Bizde hep oranın önünden geçip ilerisindeki büfeye giderdik. Anlattığım gibi, uzun süre konfeksiyonun yatakhanesinde yaşadığımız için, haftanın her günü o mahalledeydik. Zaten başka da yer bilmezdik. Nöbet tutarken beni fark etmiş. Haftalarca aynı saatlerde büfeye gidişimi izlemiş. İzin günlerinden birinde o büfeye gidip beklemeye başlamışbelki gelirim diye. Şans bu ya, ben de gittim aynı gün. Orada tanıştık. Annemlere asker olduğunu çok sonradan söyledim. Bir buçuksene sonra da evlendik. En büyük abim yeni hapisten çıkmıştı. Düğünüme katılabildi. Eşim Ozan’ın ailesi benim kimliğimi öğrenince ilk başta istemediler. Fakat Ozan çok dediğim dedik bir insandır. Benim hayat arkadaşım bu kız olacak demiş ve konuyu kapatmış. Arkadaş çevresi genellikle asker olduğu için ailesiyle de, arkadaşlarıyla da kaynaşmam uzun sürdü. Sonra zaten alıştık birbirimize. Ben evlenince de büyük abim ve annemle konfeksiyonun yakınlarında bir ev tuttular. Abim de tahsil ettiği meslek üzerine bir yerde işbuldu. Dışlandıysam da ilk senelerde oldu hep. Eşim sağolsun, geçmişimi hep unutturdu bana. Bu konuda her zaman kendimi çok şanslı hissediyorum. Hiçbir zaman sen buna inanıyorsun, sen şehirli değilsin konuşması yapmadı. 22 yaşımda kızımı, 25 yaşımda da oğlumu kucağıma aldım. Annemle birlikte baktık çocuklarıma. Küçük abim de kızım emeklemeye başladığı senelerde Başkent’e geldi. O da döndükten sonra babamın mezarına düzenli gitmeye başladık. Her sene ölüm yıldönümünde, 15 Eylül’de köye gidiyoruz.
Projeyi ilk duyduğunuzda ne tepki verdiniz ve sizce neden sizden başka röportaj vermek isteyen olmadı?
Yıllar sonra halkımızın merak edilmesi tabii beni çok duygulandırdı. Özellikle kültürümüz ve dini ritüellerimizle ilgili olması çok hoşuma gitti. Çünkü biz bile kendimizi unuttuk doğrusu. Sanırım yaşadığımız şeyler içimizde bir şeyleri öldürdü. Hâlâ çınara dua eden tanıdıklarımız var. Ben de özellikle dua etmek istediğimde gidip yazma bağlarım. Fakat eskisi gibi değiliz. Yaşananları unutmuş gibi gözükebiliriz ama ben bazı geceler yangın ve silah sesi duyarım. Kolay şeyler değildi. Özellikle birkaç saat içinde eşlerin ve babaların birden ortadan kaybolmaları çok tramvatik bir olay. Ben bazı şeyleri içimde aştım ve kabullendim sanırım. Artık neredeyse 60 yaşına geldim. Bazı şeyleri aşabilmiş olayım değil mi? (gülüyor) Çocuklarıma her zaman nereden geldiğimi söyledim. Onlara, bir parçalarının nereye ait olduğunu öğrettim. Buna rağmen her sene babamın yanına gidişimde, köye girerken nefesim daralır, hemen ordan koşarak uzaklaşmak isterim. O enerji santralini ve yıkık dökük evlerimizi görmeye tahammül edemem. Tanrıçanın bana sunduğu şeyler için ona sonsuz şükran duyarım. Ötügen Ana’nın affettiği ruhlardan biri olduğumu düşünürüm hep. Onun ruhunu ve kalbini ateşe verilmesine izin vermemize rağmen o, çocuklarını affetti.