Diaspora, Yıkım, İnzal!

Her şey tükeniyor. Bitimsiz bir koreografi ve ancak Son’lu bir evren tasarımı. Eskiden çok okur idim. Kitapların nesne değil, özne olduğu zamanlar. Şimdi kendim ile boğuşmaktayım. “Giydiğin kıyafetler senin kimliğini yansıtır!” diye tümceler yumağında, bir kedinin ip yumağı ile oynaması gibi sonsuz bir labirentin ortasında kaldım. Duvarlar üzerime geliyor. Nerede bu son? “Kendi kaçışımdan kaçıyorum, son nerede?” (Marcel Blanchot, Karanlık Thomas.) Bilmiyorum. Ama artık dayanamayacak raddeye geldim. Her gece yatağa girip de hayaller kurmaya başladığım anlarda, içeriden bir ses yükselir ve şöyle bir isyan eşiğinde kendini doğrultur idi: “Biz sana bu zamana kadar ne istedin de vermedik! Söyle. Neden bize bunları yapıyorsun?” Retorik bir soru. Anlamazlar. Bilmezler. Bilmek istemezler. İstemeyi bilmezler. Bilmem, “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.” Batırmadığım yer kalmadı. Anlamadılar. Bir kez olsun karanlık odamdan birisi bir gün ışığı gibi girip, “Agâh, neyin var? Ne’n oldu?” diye sormadı. Şimdi ise batırdığım iğnelere enjektör adı verilmekte. Hoş, kaçmıyorum, buradayım, irin içerisindeyim. 

Gece kulübüne geldim. Evden çıkar iken annem görmesin diye kıyafetlerimi (annemin kıyafetlerini) çantama doldurdum. Keşke biri beni taşısa diye dua ettim. Ne çare. Aklıma bir valiz içerisinde uluslararası bir yolculuk yapmak geldi. Eskiden filmlerde böyle şeylere tanık olur idim. Şimdi ise kendimi taşıyamaz iken, herkese bir yük olur iken n’asıl da, “Lütfen beni de alın yanınıza, bir kenarda yatar uyurum, kimseye bir zararım dokunmaz,” diyebilirdim? Zor. Eğlenmek vakti, geldi. En güzel kıyafetlerimi giydim. Tellal gibi idim. Bağıran, çağıran, dans eden; gerçek kimliğine ulaşan, sade ve hayta idim. Hoş, hepsini olmayı ben seçmiş idim. Şimdi ise hepsi olur iken, bedellerini görecek idim. Varsın, gelsin. Neyi kotarır bu? Kani olur iken düşünceler egemenliğinde, bir prenses gibi hüküm sürer iken bitimsiz denizlerin üstünde, kim karşımda duracakmış?.. Şaşarım!

Her güzel şeyin bir sonu da vardır, değil mi? Annemin ölüm haberini böyle almış idim. Babama, “Neden? Her şey bizim başımıza n’için geliyor?” diye sordum ise, onu rahatlatmak için idi. Nafile bir çaba. Ok yaydan çıkmış gibi, çıkan ok yayı o kadar germiş gibi, hızla ilerleyen ok bir binayı yıkmak tehdidini bırakır gibi, babamın sözleri de beni böyle mahvetmeye yetti. “Hepsi senin suçun idi!” Sustum, konuşmak imkansızdı: “Sustum. Sustum. Sustum. Bütün aşkların sonunda yaptığım gibi, konuşmak hiçbir şeyi, hiçbir şeye ulaştırmıyordu. Biliyordum.” (Birhan Keskin, Tüller ve Siyah.) Ne denir idi? Bilmiyorum. Sadece sustum. Bir ağacın yaprakları dökülür iken sonbaharın eşliğinde bir ağaç olmayı diledim… Ağaç olmak ve yapraklarımı dökmek. Hoş, ağaç idim, en sevdiğim yaprağım da dökülmüş idi.

Anlamadılar ne ölüler ne de diriler. Hiçbir şey anlamadılar! Anlayabilirler idi, düşünmeleri ve sorgulamaları gerekir idi. Nafile bir çaba. Kıyafetlerim dostlarımın yanına vardığım zaman pogrom oluyor idi, diasporayı anbean yaşayan dostlarım var idi. Her şey n’asıl düzelecek idi? Ben düzelmesi gereken bir hata mı idim? Renkli olmak suç mu idi? Lütfen hayır deyin. Lütfen.