BOZKIR

Yalnızlık kendi seçimiydi. Zamanını nasıl geçirdiğini kimse bilmiyordu. Güneşin doğuşuyla uyandığı yer evinde, kalabalığın ardına bakmadan bırakıp gittiği bozkırın ortasında, kafasını kaşırken çıkan sese odaklandı. Kumaşın kumaşa sürtünüşü, cezvenin ağzında kahvenin fokurdayışı, kedilerinin mırıltısı ve kalemi oynattıkça elinin kağıdı hışırdatışı gibi kulak kabartacağı yeni bir musiki keşfetmişti. On sene öncesine kadar ya yan dairedeki adamın inlemelerini dinlerdi ya da üst kattaki kadının bilmem kaçıncı defa yaptırdığı tadilatı. İnleme neyse de duvar delimi illallah ettirirdi insanı. 

Şimdiyse gökle yer arasında bir tek kendisi vardı. Her günü Çirkin Kral filmlerindeki gibi dağ bayır yürümekle geçiyordu. Merkeze gidecekse bisikletini alıyordu yanına, oraya da çoğunlukla bilimum posta ve telgraf teşkilatı işlemleri için uğruyordu, daha büyük merkezlere gitmek içinse tam tersi istikametteki gara yürüyordu. Bozkırın tek bir yüzü vardı. Sırtını yasladığı, sağlam adımlarla yürüdüğü. İnsan gibi değildi. Tüm dokularına kontrolsüzce sirayet eden ur misali insanlardan kaçmamıştı işin aslında. Öyle olsa kendisinden de kaçması gerekecekti enikonu. Sadece daha fazla ilerlemek istemiyordu artık. Zamanı bir de ağır aksak tarafından görmek istiyordu. 

Sonunda çekti parmaklarını saçlarının arasından ve sinekliği açıp içeri girdi. Yaz maz dinlemiyordu bozkır, güneşin batışıyla ürpertiyordu insanı. Konuşmayı unutacağından değildi de sesini kaybetmemek için sesli düşünürdü bazen. “Kendi başıma yaşayabildiğime hala kimse inanmıyor çünkü onlar işte, zamanımı nasıl geçirdiğimi bilmeyenler,” derken üstüne bir şeyler alıp tekrar çıktı verandaya. İleride kırpışan ışıklara daldı gözleri. Sırf şehrin ışıklarını uzaktan görebilmek için yolculuğa çıktığı zamanları bilirdi. Açardı Neşet Ertaş’tan Yolcu’yu, yaslardı başını cama. Görüp de dünyaya gönül vermeye başlayanlardandı artık o da.