Perihan Mağden’in bu dönem okuyacağımız İki Genç Kızın Romanı adlı kitabından bir cümlenin bizi götürdüğü yer…
İnsanı öyle bir heyecanlandırıyor ki sesi, kokusu, yüzü, vücudu. İnsan gözlerini ondan bir türlü alamıyor. Daha tanıştığımız ilk gün anlamıştım ondan asla kopamayacağımı. Ne yaparsam yapayım onun varlığının hayatımdaki yerini hiçbir zaman değiştiremeyeceğimi. O gün onun da benim gibi hissettiğine eminim. Bunu ona hiç sormadım; ama hiç şüphem yok. Zaten bizden başkasının da aramızdaki o bağı fark etmesinin, kabul etmesinin mi demeli, ihtimali bile yoktu herhalde.
Tanıştığımız gün, işe de başladığım ilk gündü. Zaten çok heyecanlıydım. Bütün şirketi dolaşmış, bir sürü yeni insanla selamlaşmıştım. Onun çalıştığı departmana geldiğimde tüm gün yeni bir ortamda bulunmanın bıraktığı bir yorgunluk vardı üzerimde. Tanışmak için ona elimi uzattığım anda, aramızdaki tanımlayamadığım duyguyu ilk defa hissettim. Bu duygu onu tanımaya devam ettikçe güçlendi. Hayatımdaki en büyük kırılmayı onun sayesinde yaşamam, beni ona daha da bağladı: Tüm dünyanın benden beklediği gibi, bir kadınla ilişiki yaşamak yerine aslında erkeklerden hoşlandığımı onu tanıdıktan sonra kendime itiraf edebilmiştim. Keşke onun itiraf edebilmesi de benimki kadar kolay olabilseydi.
Aylardır anlaşamadığımız bu konunun nasıl sonlanacağını hiç bilmiyorum. İlişkimizi bir gün herkese açıklayabilecek miyiz? Ya da en azından yakın çevremize? Kafamda bu sorularla boğuşurken evimin zili çalıyor. Onun geldiğini biliyorum. Cumartesi günleri hep bu saatte benim evimde buluşuyoruz çünkü. Tüm bu belirsizliklerin üzerimde bıraktığı huzursuzluğa karşın onun bana geldiğini düşünmek kafamdaki bulutları dağıtıyor. Koşarak gidiyorum kapıyı açmaya.
Kapıyı açtığımda yüzündeki ifadeden onun da kafasının karışık olduğunu hemen anlıyorum. Bakalım, geçsin bir içeri de, anlatır nasıl olsa neye canının sıkıldığını diye düşünüyorum. Salonuma geçiyoruz. Konuşmaya devam ettikçe yalnızca dalgın değil, aynı zamanda çok gergin olduğunu da anlıyorum. Sanki istemediği bir şeyi yapmak üzereymiş de bunun stresini üzerinde taşıyormuş gibi bir hali var. Bu gerginliğini fark ettiğim halde konuyu hiç getirmemem gereken bir noktaya getiriyorum: “Ne zaman en azından bir kişiye olsun ilişkimizden söz edeceğiz?” diye soruyorum ona. -Bunu yapmamalıydım belki de, doğru zaman değildi, sonumuza, sonuma neden olan şeylerden biri de bu sabırsızlığım mıydı, belki de?- Sorum, kendini daha da kaybetmesine neden oluyor.
Bıkmış artık bu ısrarımdan. Onun bir ailesi, çocukları varmış, aramızdaki bu garipliği birine nasıl anlatırmışız? Kime anlatabilirmişiz? Saçmalıktan başka bir şey değilmiş yaşadıklarımız. Tüm bu suçlamaların ve hakaretlerin karşısında hiçbir yanıt vermediğimi gördükçe daha da sinirleniyor. Bense tepki veremeyecek kadar büyük bir hayal kırıklığının içinde boğuluyor gibi hissediyorum. Ağzımı açıp da nasıl bir cevap verebilirim? Tüm bunların ortasında, artık kendinde olmadığını anladığım bir noktada ellerini, tutmaktan hiçbir zaman korkmadığım ellerini, boynumda hissediyorum. Naptığını anlamıyorum ilk saniyelerde. Sanki bir oyunun içinde gibiyim. Bu yaşanılanlar, beni bu dünyadan koparmaya çalışması gerçekten yaşanıyor mu? Ne düşünüyor, ben artık var olmazsam yaşadıklarımız da hiç yaşanmamış mı olacak? Tek tanığını da ortadan kaldırınca gerçek kimliğini gizlemeye devam edebilecek mi sanki? Yıllardır süregeldiği gibi. Tüm bunları aklımdan geçirirken nefesimin giderek kesildiğini hissediyorum. Son anlarımda bile onun nasıl hissettiğini düşünmek kulağa ne kadar da hüzünlü geliyor diye düşünüyorum. Zaten bütün bu yaşanılanlar hüzünlü bir düş kırıklığından başka neydi ki?