ARLUQ

i.                                                                                                                                         

En son hatırladığım şey maviydi. Koyu, derin bir mavi. Yüzeye çıkmak istemiyordum artık. Aksine, batıyordum. Dibe ve daha da dibe. Okyanusun kalbine doğru.

Beyaz Deniz Tesisi’ne on dört ay kadar önce gelmiştim. Faroe Adaları’ndan üç saatlik bir gemi yolculuğu ile ulaşılabilen, küçük bir adadaydık. Yirmi yıl önce kurulmuş bir araştırma tesisiydi. Uluslararası olmasına rağmen şu zamanlarda az rağbet görüyordu, öyle ki buraya gelen ilk Amerikalı bendim. Teklifi ilk aldığımda; kalkıp da nüfusu kırk altı ve azalan , yıl boyu soğuk ve rüzgârlı bu adaya gitme isteği hiç uyanmamıştı içimde. Ancak yaptığımız küçük bir tartışmadan sonra, Florida Üniversitesi’ndeki büyüğüm olan bir meslektaşıma bir şeyler kanıtlamak istemiştim. Dalışlarımızda hep teknede kalmak istediğim için benimle dalga geçerlerdi. Yaptığım işi düşününce biraz ironik olsa da, okyanus her zaman beni korkutmuştur. O kadar devasa ve sonsuza dek değişken bir şeyin içinde olmanın hissettirdiği yalnızlık üstüme geliyor. Batıyor ve batıyorsun ancak sonu gelmiyor, sadece dipsiz mavi ve soğuk… Bir süre sonra oksijen tankım sonuna kadar dolu olsa da nefes alamıyorum.

Tanıdığım, profesyonel insanlarla beraber dalsam da asla rahat olamıyorum. Belki de insanlara asla tam güvenemiyorumdur. Hayatımda asla uzun süren bir ilişkim veya sıkı arkadaşlıklarım olmadı. Sakallarımın yavaş yavaş gümüşe dönmeye başladığı bu dönemde artık insanların benim için fazla karışık olduğuna kanaat getirmiştim. Belki de Florida’yı terk etmem hepimizin iyiliği içindi. Araştırdığım hayvanlara karşı sonsuz bir sevgim vardı, Beyaz Deniz’e çağrılmamın vesilesi de muhtemelen bu olmuştu. Hayatımda ilk defa kalın kıyafetler satın aldım. Üniversiteden arkadaşlarım ve öğrencilerim iki yıl sürecek bu görevi birkaç haftalık bir Avrupa yolculuğu gibi hissettirmeyi başarmışlardı. Arkamda hiçbir şey bırakmadan yola çıktım. Bütün kazaklarımı, polarlarımı, paltolarımı ve içliklerimi bavuluma tıkıştırırken farklı birisi gibi hissediyordum. Çok uzun zaman önce olmam gereken birisi gibi.

ii.

Gemiyle, yolculuğun son bölümü olan Kuzey Denizi’ni ikiye ayırırken, yılları aşındırmış tecrübeme rağmen bir çocuk kadar heyecanlıydım. Buruk bir tatlılıkla, on iki yaşımdayken uzaktan bir buzul balinasını görüp, içimden hayatımı bu hayvanlara adamak istediğim anı hatırladım.  Ancak geminin güvertesinde denize dürbünümle ne kadar dikkatle baksam da hiçbir şey görememiştim. Beklemekle geçen uzun bir sürenin sonunda uyuyakalmışım. Yerli bir kadın hafifçe sarsıp kaldırdı beni. Anlayamadığım dilleri ile bir şeyler mırıldandıktan sonra elini ufuk çizgisine doğru uzatıp bana onları gösterdi. Beyaz Deniz’e gelirken, adaya beslenmek için sık sık uğrayan bütün balina türlerinden haberdar edilmiştim. Bu yüzden uzakta, sayılamayacak kadar fazla siyah sırt yüzgecinin, suyun üstüne çıktığını görünce, ilk başta gözlerime inanamadım. Görkemli taklalar atarak, neredeyse bizimle eğlenerek yüzen bu orka sürüsü, sadece onlara has bir özgürlüğün ihtişamı ile yüzüyorlardı. Beni karşılıyorlar gibi hissetmekten kendimi alamamıştım. Son kez suyun yüzüne çıkıp, birer birer yok olduklarında, nerede olduğumu hatırlayarak gözlerimin dolduğunu yanımdaki yabancı kadından saklamaya çalıştım. Ama ona dönüp bakınca, orada değil gibiydi. Efsunlu gözleri, Kuzey Denizi’nin maviliği ile durgun, ufka sabitlenmişti. O anda, onların yanında, çok çok derinlerdeydi.

iii.

Bir insan Bavilla Ayuluk’u anlatmaya nasıl başlar? Soyu tehlike altındaki deniz memelileri hakkında bir makale yazma teklifini kabul ettiğimi söylediğimde, artık işverenim olan yaşlı Rus profesör küçük bir şok geçirmişti. Sonra heyecanla bana adanın güzelliğini ve hayvanların oradaki şaşırtıcı bolluğunu anlatırken, bir konudan hafiften kaçındığını fark etmiştim.

“Benim görevim süresince başka kaç bilim insanı daha orada olacak?”

Adamın suratındaki saf heyecan yerini gerginliğe bıraktı.

“Bir.”

”Bir mi?”

“Beyaz Deniz bildiğiniz kadarıyla pek… popüler değil, Dr. Emerson.”

 Burnunun köprüsünü hafifçe ovuşturmaya başladı.

“Orada çalışma yapan tek bir bilim insanı var. Kanada’dan Bay Ayuluk.”

Adamın dediği her şeyi ona soru ekiyle yeniden devrediyor gibi hissediyordum. Neyse ki bu sefer biraz daha açık konuştu:

“Tam dört yıldır orada. Size şu an verdiğimiz araştırmanın başı o. Çok yaklaştığını düşünüyoruz.”

Böylece iki yıl beraber çalışacağım adam hakkında bilgilendirilmiştim.

Vapurdan indiğim anda fark ettim onu. Fark edilmeyecek gibi değildi. Hepsi koyu mavi gözlü Vikinglerin arasında küçük ve esmerdi. Hiç tanımadığı birisiyle ortak eve taşınan içe dönük birisinin sessiz endişesi ile iskeleden onun yanına doğru ilerledim. Beni, benim onu fark ettiğimden çok daha geç fark etmişti. Açıkçası, adanın yerli halkı ile komik bir uyum içerisindeydim. Hepimiz uzun boylu ve çiğ sarıydık. İnuit meslektaşımın elini sıktıktan sonra mırlar gibi gülerek bana, “Umarım beni bulman çok zor olmamıştır?” demişti. Uzun siyah saçlarının, insana Florida’yı anında unutturan buz gibi havada ıslak olması dikkatimi çekmişti. Ancak bir şey demedim. Kendimi espri yapacak kadar rahat hissetmiyordum.

“Ehem, belki adımı duymuşunuzdur, ben David Emerson. Profesör Vasiliyev sizin hakkınızda çok şey anlattı.”

Yalandı bu. Profesör Vasiliyev bana alaycı bir şekilde bakan adam hakkında hiçbir şey anlatmamıştı.

Burnundan nefes vererek güldü. “Güzel bir yalan Bay Emerson. Kimse kimseye beni anlatmaz.”

Tüh. Bunu inanılmaz bir rahatlıkla söylemişti, sanki çay kahve isteyip istemediğimi sorarmışçasına. Ses tonu, dediği her şeyin tam tersini söylüyordu sanki, ama ondan hoşlanmıştım.

“Beni yakaladınız, ee, Profesör Ayuluk.”

“Ha, öyle telaffuz edilmediğini ikimiz de biliyoruz.” Suratımı astım. Beyaz olmak benim suçum değildi. Beyaz Deniz’in yürüme mesafesinde olduğunu söylerken üstüme giyindiğim altı kat kıyafeti göz ucuyla süzüp ekledi: “Hava bugün oldukça sıcak.”

Kısık gözleri sürekli yaramaz bir ifade veriyordu yüzüne. Galiba anlaşacaktık, tabii benimle dalga geçme seansı biter bitmez.

iv.

Sonraki aylarımız düşündüğümden daha iyi geçti. Bavilla benim için sobayı daha fazla yakıyordu ve her gün sadece dört dakika kadar akan sıcak suyumuzu cömertçe bana ayırıyordu. Beyaz Deniz, en fazla otuz kişilik bir takıma ev sahipliği yapmak için inşa edilmişti. Düşünürsek bu, adanın bütün yerli popülasyonunun yarısından fazlaydı. Sadece ana çalışma odası, mutfak ve iki yatak odasında yaşayınca, iki kişiye normalde çok büyük gelecek tesis, rahat, hatta ev gibi oluyordu. Çalışma odasındaki halının üzerine hafif yuvarlak ve kare izler çıkmıştı. Oda arkadaşım ben gelmeden önce etrafı yaşanılabilir kılmak için çok uğraşmış olmalıydı, burası sıradan bekâr bir erkeğin evi olamayacak kadar düzenliydi. Her yerde Bavilla’nın dört yıl boyunca yaptığı çalışmalar asılıydı. İlk geldiğim zamanlar o bir yerlerdeyken hepsini incelemiştim. Bir şey çok açık fark ediliyordu yazılarından; orkalar Bavilla’nın en çok odaklandığı şeydi. “Benimkiler” diye hitap edecek kıvama geldiğim balenli balinalar, özellikle de kambur balinalar araştırmalarında kenarda köşede bir yerler kaplıyordu. Biraz canımı sıkmıştı bu, sanki ortak bir araştırma yapmıyorduk da, onun araştırmasının parçası olmuşum gibi hissediyordum. Ancak bu bakış açım biraz daha okuyunca değişti. Eskiden bu adalara çok sık gelen orkalar, yıllarca çok ama çok azalmışlardı. Eskiden yıl boyunca hem göçebe hem yerli orka grupları bu adanın etrafında yaşarken, şimdi nadiren uğruyorlardı, küçük gruplar halinde. Bu aklımı karıştırdı, orkaları görmek çok bol oldukları bir bölgede bile nadir gerçekleşen bir olaydı, hele ki terk ettikleri bir beslenme bölgesinde? O günün akşamında bu olayı anlattım ona.

“Devasa bir sürü ha?” Kedi suratına artık iyi bildiğim o gülümseme yerleşmişti. “Belki senin için gelmişlerdir.”

“Ben de bu seçenek üzerinde düşündüm ama…” gülümsemesi bulaşıcıydı. “Öyle olsa bir daha görürdüm, öyle değil mi?”

“Bütün gün burada oturup pineklersen tabii ki göremezsin, ayağına gelmeyecekler ya.” Bavilla iğneleyici konuşmaktan asla geri durmuyordu ama sonra sesi biraz daha samimileşti.

“Yarın dalmaya gideceğim, sen de gelirsen belki onları görebilirsin.”

Dalış. Bayılırım ya.

“Dalmak pek benim… ilgi alanım değil. Genelde insanların yaptığı dalışlardan görüntüleri alıp hayvanlar hakkında yazarım.”

Bir kahkaha attı. “Dalmayan bir deniz biyoloğu? Amerikalılar için her şey mümkün gerçekten.” Buna biraz bozulmuştum. Aklıma Florida’daki iş arkadaşlarım geldi. “Ancak sanırım bu çok sorun olmayacak, dalmana gerek yok, yine de gidebiliriz.”

Bilinen bir kuraldır, asla tek kişi dalmazsın. Dalgıçlar en az iki kişi olur. Ne olur ne olmaz. Bu yüzden sırf ben korkağım diye başka birisini dalmaktan mahrum bırakmak istemiyordum. Belki adamcağız bunun için dört yıl birisinin buraya gelmesini beklemişti ve gelen tek kişi de benim gibi uyuz birisi çıkmıştı. Aklımdaki bu düşünceleri söylerken Bavilla da ciddileşti, gözlerindeki alay yerini anlayışa bıraktı, en azından bana öyle geldi. Sonra, “Bunu Profesör Vasilyev’e söylemeyeceğine söz vermelisin.” dedi.

v.

Bir çift ele avuca sığmaz liselinin okulda gizlice sigara içerken yaşadığı heyecanı hissediyorduk, iki orta yaşlı hafif göbekli deniz biyoloğu olmamıza rağmen. Kuzey Denizi kâbuslarımdaki görüntülerin timsaliydi, ama sallanan küçük teknenin içinde montumla otururken, ziyadesiyle rahat hissetmekten kendimi alamıyordum. Ben daha az önce gördüğümüz denizaslanı sürüsü hakkında konuşuyordum Bavilla ile. Yavaşça tekneyi açığa kadar sürüp demir attıktan sonra, Bavilla üstünden montunu atmış, dalış kıyafetiyle ekipmanını ayarlamayı bitirmişti. Ne olduğunu anlamadan, bana göz kırpıp çekim yapma aleti ile suya daldı. “Gözünü sudan ayırma Doktor Emerson!” Arkasından gülümsedim. Çok kısa sürede suyun karanlığına dalıp kaybolmuştu, eğer onu tanımasam endişelenirdim. Gerçek şuydu ki, Bavilla okyanus için yaratılmıştı. O akşam bana daha önce çektiği görüntüleri göstermişti. Dört yıldır kendi başına gidip dalıyordu ve bunu öğrendiğimde espri yapmadığını anlayınca bayağıkorkmuştum, ancak adam sapasağlam karşımda duruyordu. Ayrıca çektiği görüntüler inanılmazdı. Çoğu kişinin su altında çekmeye cesaret edemediği vahşi orkalara çok yaklaşıyordu. Birazcık büyülenmiştim, Bavilla’yı tanıyor gibilerdi. O gelince bütün bir pod yanına yüzüyordu. Bu adaya sık uğrayan, beni “karşılayan” o sürü, onun ailesi olmuştu. Kafamı kaldırır ve tekneden ufka, onun gittiği yöne doğru bakardım ve kısa süre sonra siyah yüzgeçler suyun üstüne çıkardı. Bazen kafalarını yukarı çıkarır veya bizim teknenin yanına gelirlerdi. Ben de onlara elimi uzatır, onları buraya geldiğim ilk gün gördüğüm gibi ağlardım, sessizce. Beni dinliyormuş gibi etrafımda dolandıktan sonra tekrar Bavilla’nın yanına dönerlerdi, her zaman ilgileri zaten biraz daha fazla onun üzerindeydi. Benim için sorun değildi, suyun içerisine girmeden vahşi orkalar ile bu kadar yakın temas kurabilmiş sayılı insanlardandım.

O akşam, bazen pişirme derdinden kurtulmak için Bavilla’nın köyündeki bir büyükanneden öğrendiğini söylediği çiğ balıklı bir yemeği yiyorduk.

“Orkalarla arandaki şey ne? Hayvanları dört yıldır sen mi besliyordun yoksa?” diye sordum. Açıkçası, çok ciddi bir cevap beklemiyordum. Orkaların beni karşılamaya gelmesi gibi bir şey olur diye düşünmüştüm. Ama Bavilla sessizleşti. Gözlükleri buğulanmış gibi gelmişti bana ama konuşmaya başladığında sesi de sakin bir deniz gibiydi.

“Doğduğum köyü anlattığımı hatırlıyorsun değil mi? Nunavut’ta, Clyde Nehri.” Nostaljik gözüktü. Onu sıla hasreti çeken birisi olarak düşünmemiştim. “Baffin Körfezi’ne bakıyordu. Abilerimle oynuyordum. Kışın sonuna doğru buzlar incelmeye başlar, biz de üstlerine çıkıp köpeklerimizle beraber buzu kırmadan geçmeye çalışırdık.” Hafifçe gülümsedi. Yalnız bir adamın gülümsemesi. “Saçma, çok saçma bir çocuk oyunu, ama ince iştir. Köpekler buz kırılmaya yaklaşınca hisseder. Senin de onların hissettiğini hissetmen gerekir. Küçüktüm. Buz kırıldığında köpeğim çoktan kaçmıştı.”

“Bav-“

“Bilirsin, kocaman inuit parkaları. Üstümdeki kürk herhalde benden daha ağırdı o zamanlar. Hızla batmaya başladım. Hipotermiye girip bilincimi kaybetmeden önce, sadece kısa bir anı hatırlıyorum, karanlığın içinde bana doğru yaklaşan beyaz gözler. O zamanlar onları gözleri sanıyordum!” Bir kahkaha attı. “Beni onlar kurtardı. Abilerimden biri beni birinin kafasıyla itip suyun üstüne çıkardığını gördüğü üstüne yemin eder durur. Tabii bu olaydan sonra oldukça hastalanmıştım. Ateşim günlerce inmemiş, kısa aralıklarla uyanıp ‘Arluq, Arluq’ diye sayıklıyormuşum.”

“…Orka mı demek?”

Gözlerinde o sıcaklık ile bana bakıp gülümsedi ve başını salladı.

“Arluq. Orka.”

Bavilla’yı hep o akşam, bana öyle bakarken hatırlayacağım. Kültürü, büyüsü, hayatını adadığı bu hayvanlar ve kendini uzaklaştırdığı o insanlar ile.

“Beni tanıdıklarına inanmak istiyorum. O yüzden geliyorlar. Ben de o yüzden buradayım, ama biliyor musun, dört yıldır hiç yalnız hissetmemiştim.” Yüzü ilk defa o akşam düştü. “Şimdi onlar da gidiyor, hepsi gidecek. O zaman ne yapacağımı bilmiyorum Dave.”

vi.

Hava düzeldikten birkaç gün sonra yeniden teknedeydik. Sessiz bir yolculuktu. Ben tekneyi kullanıyordum, Bavilla ise denizi izliyordu. Güvertenin kenarına kedi gibi kıvrılmıştı. Hafif bir kar atıştırıyordu. Bu sabah denize açılmamayı teklif etmiştim ona, ama her zamanki gibi dinlemedi. Yaşamak için suya ihtiyacı var gibiydi. Sis ufkun üstüne bir perde gibi çekilmişti, ama nereye gittiğimizi biliyorduk. Bir süre sonra iki tarafımızı hava püskürten, dakiklikleriyle buharlı makineleri andıran sürü çevreledi.

O gün Bavilla ilk defa gülümsedi. Ayağa kalkıp bana daha hızlı gitmemi söyledi, ben de ona uydum. Küçük bir yarış yapıyordu sürüye karşı. Kollarını iki yana açtı ve kafasını arkaya yatırıp kahkaha atmaya başladı. Çok güzeldi. Bana motoru durdurmamı söylemedi. Ağır kürklü montunu çıkarmadı. Ekipmanını giymedi. Ve atladı.

Kalbim durdu. Hareket edemedim. Ben ve korkaklığım. Arkasından çığlık attım. Elimi uzattım ama tutunan olmadı. Dalgalar durulmuştu, siyah yüzgeçler uzaklaşıyordu. Kim olduğumu veya neden olduğumu düşünmeden atladım suya. Peşinden. Dibe batmaya başlamamla, boğazımdaki nefesi dışarı vermeye çalıştım ama sadece su vardı. Batıyordum. Gözyaşları suyun içinde akmaz. Siyah kuyruklarını gördüm sadece, giderlerken.

Hepimizden uzağa.