SARDUNYALAR

Hüsran, bugünün diğer günlerden farklı olacağını hissederek kaşlarını çattı, alnını buruşturdu.  Gözlerinin kıyısından kıvrılan çizgileri görebilse, yedi yaşında olmadığına kendini kesin ikna ederdi. Kara kara düşünen bir ebeveyn hali vardı üstünde. Minik ellerini çenesine götürdü ve bu gece rutubetten küf kokan, girift yamalı oyuncağına sarılmadan uyuduğunu fark etti. Çekyat gıcırdıyordu, heyecandan bir sağa bir sola döndüğünü fark edince anladı. Gözlerini tavana meydan okurcasına dikti, böylesine kasıntı bir ruh haline rağmen yanaklarının allığı hiçbir zaman değişmiyordu. Derin bir iç çekti. Delimsirek heyecanını ve hızla çarpan kalbini susturmak için başka şeylerle oyalanma kararı aldı. Pencerenin kenarından yaşama tutunmaya çalışan çiçekleri annesinden önce suladı. Çiçekler pencerenin korkuluğuna, dış çevreden sakınırcasına dolanmıştı. Hüsran’a kendini hatırlattı. İçinde olduğu saksıdan dolayı bir sarmaşık gibi salınmış sardunyaların toprağını kokladı. Tazeydi, ıslak toprak kokusunun ona huzur verdiğini ilk defa o an hissetti.

Annesinin uyandığını, odaya elinde yorganlar ile girdiğini görünce anladı. Ardından sofranın kurulmasına yardım etmeye gitti. Babası tıraş oluyordu, sözlerini hiç anlamadığı türküler Hüsran’ın kulağını okşuyor ve onu gülümsetiyordu. Arada bir annesi de eşlik ediyor ve alçısı dökülen dört duvarın arasından bir sevgi buharı yükseliyordu. Yer sofrasına çöktüklerinde ise iştahla yedikleri bir kase kurumuş zeytinin lezzetinden bahsediyor, yüreğinin çarpıntısı azalsın diye sürekli su içiyordu. Annesinin ve babasının evden çıkma vakti geldiğinde uzun zamandır hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Sardunyalı pencereden onlar ufuktan kaybolana dek el salladı. Yüzüne yapma bir keder ifadesi takmıştı. Annesi ve babası kızlarına Hüsran ismini verdiği için bu bakışların hüzünlü olmasını normal karşılıyorlardı. Hüsran’ın kitabını almaya giderken gözlerinin içinin güldüğünü asla öğrenemeyeceklerdi. 

Odasına döndü ve gözlerini surlara çevirdi. Küçücük bedeni ile ciddi bir şeyler hesaplar gibi görünüyordu. Gülümsedi. İşe başladı. Dehlizin girişine örttüğü yazmayı kaldırdı ve deliği kamufle eden, babasının çöpten getirdiği büyük vazo tablosunu oradan çekerek içeri girdi. Kırmızı Zaman onun rehberi, ışıl ışıl parlayan gözleri ise feneriydi. O karanlık dehlizlerde ilerlerken başına geleceklerinden bihaber, çocuksu bir cesaretle yola çıktı. Bu sefer diğer yolculuklarından farklı bir yol izleme kararı almıştı.  Kitapta yazmayan dehlizlere sapacaktı. Hüsran o an dünyadaki en cesur çocuktu.

Girdiği ve diğerlerine göre daha bozuk bir yol olan, patikayı andıran bu dar dehliz onu derin düşüncelere daldırdı. Yedi yaşındaydı fakat böyle ince ve uzun dehlizleri burun deliğinden yukarıya doğru katlanan beyin kıvrımlarına benzetecek kadar zekiydi. İstanbul’un yüzeyinin yalnızca bir elbise olduğunu, asıl vücudunun dehlizlerde saklandığını düşündü. Yaptığı yolculuğun anatomik bir incelemeden farkı olmadığını anlayamadı. Fakat böylesine bir girişime ilk adımı attığını biliyordu.

Dehliz gittikçe daralıyordu. Yarasa sesleri daha da netleşiyor, attığı her adım gittikçe çamura batıyordu. Bir an durdu ve geriye doğru baktı. Ürktü ama kendini cesaretlendirmesi kısa sürdü. Yürümeye başladığından beri hiç gün ışığı görmemişti ve artık yürümekte zorlanıyordu. Çelimsiz bacakları yorulmuş, dehlizde yürümek için küçük bedeni daima eğildiğinden sırtı ağrıyordu.

Kitapta yazan dehliz labirentine aykırı yollara saptığını biliyordu, fakat bu kadar zoraki olacağını düşünmemişti. Yolların bu çarpıklığını tahmin edecek kadar dehliz görmemiş ve hayatı tecrübe etmemişti. Eğer etmiş olsaydı uzun, karanlık bir yolun sonunda iyi şeylerin olmadığını anlardı.

Bir süre sonra demir parmaklıklara çarptı. Zifiri karanlıktı, ıslak çamurlu zemine çöküp ağlamaya başladı. Uzaklardan nefes sesi geliyordu. Küçük elleriyle ağzını kapattı. Nefes sesi, parmaklıklara gelene dek sürdü. Hüsran yalnız olmadığını anladı.

Vücudunu yoklayan bir elin varlığını omzunda hissetti. Parmaklıklar, şıngır mıngır sallanan anahtar sesinden sonra açıldı. Hüsran, kaygan bir dokuyu parmaklarında hissetti. Elini tutanın bir insan olmadığına kesinlik getirdi. Ürperdi, gözleri doldu fakat ağlamadı. İlerisini düşünmeyen ve daima an içinde var olan çocuklar gibi yaptı. Elini tutan yumuşak karanlık eşliğinde uzun dehliz yolculuğuna bir daha hiç geri dönmemeye kararlı şekilde devam etti. Gittiği yolun uzunluğu çocuk aklını aşacak kadar fazlaydı. Bir gün Kınalı Ada’ya ayaklarını basacağından habersiz, sessizce adım atıyordu. Aklına sardunyalar geldi. Yürüdüğü dehliz, kendisine benzeyen sardunyaların toprağı kadar taze kokuyordu.