Türkan hayatının diğer günlerinde olduğu gibi bugün de, salonunun yarısını kaplayan üçlü koltuğunda uzanmış televizyon seyrediyordu. Her zamankinden farklı olarak bugün ev, haşlanmış lahana ve taze Türk kahvesi kokuyordu. Türkan’ın içi hiç olmadığı kadar rahattı. Artık lahana dolmasının harcını buzdolabında asılı tarife bakmadan yapabiliyordu.
Ocakta fokurdayan yemeğini kontrol etmek için yattığı yerden kalktı, diz yapan uzun işlemeli eteğini düzelterek mutfağın yolunu tuttu. Koridordan geçerken gözü, duvarda asılı duran aynadaki görüntüsüne ilişti. Kaşının çıktığını gören Türkan, başındaki yazmaya da artık birkaç sıra dantel nakışlaması gerektiğini fark etti. Böyle işlemesiz eşarp takınca çiğ, yeni gelinler gibi durduğunu düşünüyordu. Yatak odasına doğru giderken üst kattan gelen cam kırılma sesleri ile irkildi. Komşusu Haluk Bey’in yine bir icat peşinde olduğunu varsayarak eline cımbızı aldı. O anda kapının zili ısrarla çalmaya başladı. Çocuklarının okuldan gelmesine en az iki saat daha vardı. Türkan, elindeki cımbızı yeleğinin cebine koydu ve yazmasından fışkıran perçemini eşarbının içine sokarak kapıyı açtı. Karşısında, sarı keten tulumunda mor lekeler ile Haluk Bey duruyordu. Sigara dumanı ile yüklü olan dudağını, özensiz birkaç kelime dökecekmişçesine büzmüştü. Kalın ve pürüzlü sesi ile Türkan’dan bir çay bardağı elma sirkesi istiyordu.
Türkan kocasından bu adamın biraz sorunlu olduğunu, onun için kahvedekilerin “tortusu dibine çökmüş şarapçı” dediklerini duymuştu.
İçini sirke ile doldurduğu ince belli çay bardağını Haluk Bey’e uzatırken aklında devinen düşünceler birbirine dolanarak kurdele şeklini almıştı. Böylesine ayyaş görünümlü bir adamın sirkeyi salata için kullanması ihtimali Türkan’a komik gelmişti. Tahayyüller denizinde bir kuzgun gibi uçan Türkan, karşıdan gelen samimiyetsiz tonlu teşekkür ile suratına yapmacık bir mimik yerleştirdi. Ardından hoşgörüden öte, azarlanmış bir çocuğun ketumluğu ile kapıyı kapattı.
Hava kararıyordu, Haluk Bey’i ve ona verdiği sirkeyi pek irdelemedi.
Televizyonda haberler açıktı. Sehpanın üzerindeki fincan birden titremeye başladı. Gözünü televizyona dikmiş Türkan yerin sallandığını, fincandaki telve beyaz dokumalı kilimine döküldüğünde fark etti. Ayağı kalkmasıyla kendini bir gürültü cümbüşünde bulması bir oldu. Kulağı bir lahza yankı ile doldu. Büyüyen göz bebeği, titreyen çenesi ve buruşan alnı ile olduğu yerde çalkalanmış, içindeki müthiş korku ile enkaz altında kalmıştı. Lahana dolması kokan naif elleri ve çiçekli uzun eteğinin altına saklanmış kısa zayıf bacakları, beton bir kolonun altında sıkıştığından hareket etmekte güçlük çekiyordu. Çöküş çok kısa sürmüştü fakat ona kalsa yıllar süren bir yıkıntıda mütemadi bir çığlık atmış ve sesi kısılmıştı. Bacağı burkulmuş, baldırını kırık iskemlenin çivisi kesiyordu. Akan kan, betonun acımasız grisini hezimete uğramış bir kırmızı ile boyuyordu. Türkan’ın göz hizası mil çekilmişçesine karaydı. Enkaz altında kaldığı için mi böylesine kaskatıydı yoksa içini bir ağ gibi saran korku yüzünden mi? Ağlayamıyordu. Hareket eden tek yeri gözleriydi. Dönenceler misali fıldır fıldır gözleri durulmuş, bir damla yaş akıtmıyordu. Az sonra çöküntünün üstüne daha da baskı yapacağından bihaber, yaşamak için yalnızca nefes alıyordu.
Üst kattaki komşusu Haluk Bey’in elinde elma sirkesi ile apartmandan çıktığını bilmeden, taşların arasından umutsuzca ışık hüzmesi bekliyordu. Duyacağı son sesin ambulans sireni olduğunu bilmeden dinliyordu karanlığı. Apartmanın çarpık merdivenlerine ilk adımını atmış kocasının yüzünü bu sabah son kez gördüğünü bilmeden bakıyordu enkaz dolu boşluğa. Birkaç saat sonra, son anda çöküntünün altında kalan kocasının kurtuluşu sırasında, kemiklerini boğan nefesini son kez vereceğini bilmeden kesik kesik soluyordu Türkan. Henüz taze ve ince endamlı vücudunu iki taraftan da bastıran yük, Türkan’ın kaburgalarından başlayarak hayatının çöküşüne doğru devam ediyordu. Hava iyice kararmış, martılar son çığlıklarını Türkan’ın duyamayacağı şekilde göğe bırakmıştı. O anda uzak bir yerlerde, Türkan’ın hiç bilemeyeceği gerçekler yaşanıyor, ilk nefesler veriliyor ve yeni hayatlar kuruluyordu. O anda Türkan’ın bir daha asla göremeyeceği şekilde, sokağın kül rengi kedisi tüylerini enkazın köşesine sürtüyordu. O anda, Türkan’ın bir daha asla doya doya koklayamayacağı çocuklarının ipek saçları, enkaza kol kanat geren incir ağacının yeli ile dalgalanıyordu. O an dünyada her şey olmaya devam ediyordu.
Türkan nefesini son kez yıkık evinin tuğlalarına verirken, lahana dolmasının dağınık kokusu havaya yayılmaya başlıyordu. O akşam kimse sirke ile haşlanmış lahana kokusunu ayırt edemeyecekti. Türkan, şahlanan ruhu ile kendini beton yığınına bırakmıştı.
YIKINTILAR ARASINDA
Mısra BAYINDIR
Türkan hayatının diğer günlerinde olduğu gibi bugün de, salonunun yarısını kaplayan üçlü koltuğunda uzanmış televizyon seyrediyordu. Her zamankinden farklı olarak bugün ev, haşlanmış lahana ve taze Türk kahvesi kokuyordu. Türkan’ın içi hiç olmadığı kadar rahattı. Artık lahana dolmasının harcını buzdolabında asılı tarife bakmadan yapabiliyordu.
Ocakta fokurdayan yemeğini kontrol etmek için yattığı yerden kalktı, diz yapan uzun işlemeli eteğini düzelterek mutfağın yolunu tuttu. Koridordan geçerken gözü, duvarda asılı duran aynadaki görüntüsüne ilişti. Kaşının çıktığını gören Türkan, başındaki yazmaya da artık birkaç sıra dantel nakışlaması gerektiğini fark etti. Böyle işlemesiz eşarp takınca çiğ, yeni gelinler gibi durduğunu düşünüyordu. Yatak odasına doğru giderken üst kattan gelen cam kırılma sesleri ile irkildi. Komşusu Haluk Bey’in yine bir icat peşinde olduğunu varsayarak eline cımbızı aldı. O anda kapının zili ısrarla çalmaya başladı. Çocuklarının okuldan gelmesine en az iki saat daha vardı. Türkan, elindeki cımbızı yeleğinin cebine koydu ve yazmasından fışkıran perçemini eşarbının içine sokarak kapıyı açtı. Karşısında, sarı keten tulumunda mor lekeler ile Haluk Bey duruyordu. Sigara dumanı ile yüklü olan dudağını, özensiz birkaç kelime dökecekmişçesine büzmüştü. Kalın ve pürüzlü sesi ile Türkan’dan bir çay bardağı elma sirkesi istiyordu.
Türkan kocasından bu adamın biraz sorunlu olduğunu, onun için kahvedekilerin “tortusu dibine çökmüş şarapçı” dediklerini duymuştu.
İçini sirke ile doldurduğu ince belli çay bardağını Haluk Bey’e uzatırken aklında devinen düşünceler birbirine dolanarak kurdele şeklini almıştı. Böylesine ayyaş görünümlü bir adamın sirkeyi salata için kullanması ihtimali Türkan’a komik gelmişti. Tahayyüller denizinde bir kuzgun gibi uçan Türkan, karşıdan gelen samimiyetsiz tonlu teşekkür ile suratına yapmacık bir mimik yerleştirdi. Ardından hoşgörüden öte, azarlanmış bir çocuğun ketumluğu ile kapıyı kapattı.
Hava kararıyordu, Haluk Bey’i ve ona verdiği sirkeyi pek irdelemedi.
Televizyonda haberler açıktı. Sehpanın üzerindeki fincan birden titremeye başladı. Gözünü televizyona dikmiş Türkan yerin sallandığını, fincandaki telve beyaz dokumalı kilimine döküldüğünde fark etti. Ayağı kalkmasıyla kendini bir gürültü cümbüşünde bulması bir oldu. Kulağı bir lahza yankı ile doldu. Büyüyen göz bebeği, titreyen çenesi ve buruşan alnı ile olduğu yerde çalkalanmış, içindeki müthiş korku ile enkaz altında kalmıştı. Lahana dolması kokan naif elleri ve çiçekli uzun eteğinin altına saklanmış kısa zayıf bacakları, beton bir kolonun altında sıkıştığından hareket etmekte güçlük çekiyordu. Çöküş çok kısa sürmüştü fakat ona kalsa yıllar süren bir yıkıntıda mütemadi bir çığlık atmış ve sesi kısılmıştı. Bacağı burkulmuş, baldırını kırık iskemlenin çivisi kesiyordu. Akan kan, betonun acımasız grisini hezimete uğramış bir kırmızı ile boyuyordu. Türkan’ın göz hizası mil çekilmişçesine karaydı. Enkaz altında kaldığı için mi böylesine kaskatıydı yoksa içini bir ağ gibi saran korku yüzünden mi? Ağlayamıyordu. Hareket eden tek yeri gözleriydi. Dönenceler misali fıldır fıldır gözleri durulmuş, bir damla yaş akıtmıyordu. Az sonra çöküntünün üstüne daha da baskı yapacağından bihaber, yaşamak için yalnızca nefes alıyordu.
Üst kattaki komşusu Haluk Bey’in elinde elma sirkesi ile apartmandan çıktığını bilmeden, taşların arasından umutsuzca ışık hüzmesi bekliyordu. Duyacağı son sesin ambulans sireni olduğunu bilmeden dinliyordu karanlığı. Apartmanın çarpık merdivenlerine ilk adımını atmış kocasının yüzünü bu sabah son kez gördüğünü bilmeden bakıyordu enkaz dolu boşluğa. Birkaç saat sonra, son anda çöküntünün altında kalan kocasının kurtuluşu sırasında, kemiklerini boğan nefesini son kez vereceğini bilmeden kesik kesik soluyordu Türkan. Henüz taze ve ince endamlı vücudunu iki taraftan da bastıran yük, Türkan’ın kaburgalarından başlayarak hayatının çöküşüne doğru devam ediyordu. Hava iyice kararmış, martılar son çığlıklarını Türkan’ın duyamayacağı şekilde göğe bırakmıştı. O anda uzak bir yerlerde, Türkan’ın hiç bilemeyeceği gerçekler yaşanıyor, ilk nefesler veriliyor ve yeni hayatlar kuruluyordu. O anda Türkan’ın bir daha asla göremeyeceği şekilde, sokağın kül rengi kedisi tüylerini enkazın köşesine sürtüyordu. O anda, Türkan’ın bir daha asla doya doya koklayamayacağı çocuklarının ipek saçları, enkaza kol kanat geren incir ağacının yeli ile dalgalanıyordu. O an dünyada her şey olmaya devam ediyordu.
Türkan nefesini son kez yıkık evinin tuğlalarına verirken, lahana dolmasının dağınık kokusu havaya yayılmaya başlıyordu. O akşam kimse sirke ile haşlanmış lahana kokusunu ayırt edemeyecekti. Türkan, şahlanan ruhu ile kendini beton yığınına bırakmıştı.
Ocakta fokurdayan yemeğini kontrol etmek için yattığı yerden kalktı, diz yapan uzun işlemeli eteğini düzelterek mutfağın yolunu tuttu. Koridordan geçerken gözü, duvarda asılı duran aynadaki görüntüsüne ilişti. Kaşının çıktığını gören Türkan, başındaki yazmaya da artık birkaç sıra dantel nakışlaması gerektiğini fark etti. Böyle işlemesiz eşarp takınca çiğ, yeni gelinler gibi durduğunu düşünüyordu. Yatak odasına doğru giderken üst kattan gelen cam kırılma sesleri ile irkildi. Komşusu Haluk Bey’in yine bir icat peşinde olduğunu varsayarak eline cımbızı aldı. O anda kapının zili ısrarla çalmaya başladı. Çocuklarının okuldan gelmesine en az iki saat daha vardı. Türkan, elindeki cımbızı yeleğinin cebine koydu ve yazmasından fışkıran perçemini eşarbının içine sokarak kapıyı açtı. Karşısında, sarı keten tulumunda mor lekeler ile Haluk Bey duruyordu. Sigara dumanı ile yüklü olan dudağını, özensiz birkaç kelime dökecekmişçesine büzmüştü. Kalın ve pürüzlü sesi ile Türkan’dan bir çay bardağı elma sirkesi istiyordu.
Türkan kocasından bu adamın biraz sorunlu olduğunu, onun için kahvedekilerin “tortusu dibine çökmüş şarapçı” dediklerini duymuştu.
İçini sirke ile doldurduğu ince belli çay bardağını Haluk Bey’e uzatırken aklında devinen düşünceler birbirine dolanarak kurdele şeklini almıştı. Böylesine ayyaş görünümlü bir adamın sirkeyi salata için kullanması ihtimali Türkan’a komik gelmişti. Tahayyüller denizinde bir kuzgun gibi uçan Türkan, karşıdan gelen samimiyetsiz tonlu teşekkür ile suratına yapmacık bir mimik yerleştirdi. Ardından hoşgörüden öte, azarlanmış bir çocuğun ketumluğu ile kapıyı kapattı.
Hava kararıyordu, Haluk Bey’i ve ona verdiği sirkeyi pek irdelemedi.
Televizyonda haberler açıktı. Sehpanın üzerindeki fincan birden titremeye başladı. Gözünü televizyona dikmiş Türkan yerin sallandığını, fincandaki telve beyaz dokumalı kilimine döküldüğünde fark etti. Ayağı kalkmasıyla kendini bir gürültü cümbüşünde bulması bir oldu. Kulağı bir lahza yankı ile doldu. Büyüyen göz bebeği, titreyen çenesi ve buruşan alnı ile olduğu yerde çalkalanmış, içindeki müthiş korku ile enkaz altında kalmıştı. Lahana dolması kokan naif elleri ve çiçekli uzun eteğinin altına saklanmış kısa zayıf bacakları, beton bir kolonun altında sıkıştığından hareket etmekte güçlük çekiyordu. Çöküş çok kısa sürmüştü fakat ona kalsa yıllar süren bir yıkıntıda mütemadi bir çığlık atmış ve sesi kısılmıştı. Bacağı burkulmuş, baldırını kırık iskemlenin çivisi kesiyordu. Akan kan, betonun acımasız grisini hezimete uğramış bir kırmızı ile boyuyordu. Türkan’ın göz hizası mil çekilmişçesine karaydı. Enkaz altında kaldığı için mi böylesine kaskatıydı yoksa içini bir ağ gibi saran korku yüzünden mi? Ağlayamıyordu. Hareket eden tek yeri gözleriydi. Dönenceler misali fıldır fıldır gözleri durulmuş, bir damla yaş akıtmıyordu. Az sonra çöküntünün üstüne daha da baskı yapacağından bihaber, yaşamak için yalnızca nefes alıyordu.
Üst kattaki komşusu Haluk Bey’in elinde elma sirkesi ile apartmandan çıktığını bilmeden, taşların arasından umutsuzca ışık hüzmesi bekliyordu. Duyacağı son sesin ambulans sireni olduğunu bilmeden dinliyordu karanlığı. Apartmanın çarpık merdivenlerine ilk adımını atmış kocasının yüzünü bu sabah son kez gördüğünü bilmeden bakıyordu enkaz dolu boşluğa. Birkaç saat sonra, son anda çöküntünün altında kalan kocasının kurtuluşu sırasında, kemiklerini boğan nefesini son kez vereceğini bilmeden kesik kesik soluyordu Türkan. Henüz taze ve ince endamlı vücudunu iki taraftan da bastıran yük, Türkan’ın kaburgalarından başlayarak hayatının çöküşüne doğru devam ediyordu. Hava iyice kararmış, martılar son çığlıklarını Türkan’ın duyamayacağı şekilde göğe bırakmıştı. O anda uzak bir yerlerde, Türkan’ın hiç bilemeyeceği gerçekler yaşanıyor, ilk nefesler veriliyor ve yeni hayatlar kuruluyordu. O anda Türkan’ın bir daha asla göremeyeceği şekilde, sokağın kül rengi kedisi tüylerini enkazın köşesine sürtüyordu. O anda, Türkan’ın bir daha asla doya doya koklayamayacağı çocuklarının ipek saçları, enkaza kol kanat geren incir ağacının yeli ile dalgalanıyordu. O an dünyada her şey olmaya devam ediyordu.
Türkan nefesini son kez yıkık evinin tuğlalarına verirken, lahana dolmasının dağınık kokusu havaya yayılmaya başlıyordu. O akşam kimse sirke ile haşlanmış lahana kokusunu ayırt edemeyecekti. Türkan, şahlanan ruhu ile kendini beton yığınına bırakmıştı.