Kan

(Engin Türkgeldi’nin Orada Bir Yerde adlı kitabından esinle yazılmıştır.)

Doğadan vahiy bekliyor, Tanrı zihnime birkaç kelime karalasın diye dua ediyordum. Son romanım Fanus’tan sonra böyle çökeceğimi bilsem elime kalem bile almaz, o son kadehi içmezdim. Bana verilen mürekkebin kanını hunharca kullanmış ve şimdiki zamanıma hiç kelime bırakmamıştım. Yatak odam kâğıt müsveddeleri ile dolup taşarken, duvarlarım üstü karalanmış sözcükler ile doluydu. Usta bir yazarın, sonsuz cümleleri ile üzerimde oyunlar oynadığını, çok satabilmek için beni üzüntüye sürüklediğini bile düşünmeye başlamıştım. Her gece belime kadar uzanan saçımı örmekten bıkmış, elbiselerimi keserek etek yapmaktan sıkılmıştım. Tekdüze bunalımı ile devinimini sürdüren hayatım, sabah altı suları itibari ile beklediği ilhama kavuşacaktı.

Onu ilk olarak Marquez’in kitaplarını incelerken görmüştüm. O an gözüme oldukça sıradan gözükmesine rağmen şimdi hatırlamaya çalıştığımda binlerce tasvir geçiyor aklımdan. Gri tonlarındaki kumaş pantolonu ile sanki yağmurlu gökyüzünü tersine çevirmiş ve bacaklarına geçirmiş gibi duruyordu. Ayakları gökte süzülen bir martı edası ile yavaşça kanat çırpıyor, belli belirsiz tatlı sesler çıkarıyordu. Saçları usulca bir o yana bir bu yana salınıyor, küçük dudak kıvrımları bir ressamın fırçasından çıkmışçasına pastel duruyordu. Ellerinde kâğıtlar, uzun boyu ile yavaşça yürüyen bu çocuk, ilk defa orada dikkatimi çekmişti.

Yürümüş ve standıma geçmiştim. İmza günlerinden nefret eder ve bunu kendime yapılmış haksızlık olarak düşünürdüm. İnsanlar okuduğu satırların yazarları ile tanışabiliyor iken, benim kendi yazarımı bir defa bile görememem, bu tür etkinliklere içten içe tepki göstermemi  -kendime bahane sunarken oldukça bonkör davranıyor, suçu her şeye atabiliyordum- sağlıyordu.

Fazla uzun olmayan kuyrukta insanlar benimle iki çift altı boş laf edebilmek, çizgilerin vurdumduymazlığı ile atılmış saçma bir imzayı alabilmek için bekliyorlardı. Bir deste yetişkinin ardında, koltuk altına benim kitabımı sıkıştırırken kahvesini yudumlayan onu da gördüm.

Sıra ona gelince ismini sordum. ‘’Engin,’’ dedi. Birkaç ithaf palavrası karaladığım kitabı ona verirken aynı anda bana elindeki kâğıtları uzattı. ‘’Sürekli yazıyorum fakat nasıl olduklarını hakkında hiçbir fikrim yok,’’ diye başlayarak konuşmaya devam etti, ‘’sizin öykülerime dair yorumlarınızı merak ediyorum.’’

Her okuyucu, çok beğendiği yazara karşı kendini böyle kanıtlamaya çalışır. O an -ve her zamanki gibi- bunu çok aptalca karşıladığım için şimdi kendime kızıyorum. İçinde altın kelimelerin yazılı olduğu kâğıtları masanın altına savururken, tanrının sol omzuma attığı günah çarpılarının acısını şimdi iliklerime kadar hissediyorum. Eve giderken kahveme eşlik etmesi için okumaya başladığım bu öykülerin etkisi o an yüzüme parlayan kutsal kitap ayetleri gibiydi. Engin’in yazdığı son kelimeyi de okuduktan sonra batmakta olan güneşe yüzümü çevirip tek bir şey düşündüm: Bu cümleler benim olmalı!

Son sayfanın arkasında yazan iletişim bilgileri ile ona ulaşmaya çalıştım. Sesli mesaj ile ev adresimi bırakmış, içimden taşan heyecanımı gözlerime yansıtmamaya çabalıyordum. Zaman çok yavaş akıyordu. Öykülerin tadına biraz daha bakmak istedim. Kaybolmasınlar diye hepsini başka bir kâğıda yazarak, asıl olanların tadını iyice çıkarmaya başladım. Tükürüklerim kelimelere akıyordu.

Gelmesi fazla uzun sürmedi. Akşama doğru kulağım sonunda duymak istediği zilin sesine kavuştu. Kapıyı açar açmaz fark ettim, teni oldukça tazeydi. Benden küçük olduğu apaçık ortadaydı. İnsanları dış görünüşe göre yargılamanın yanlış olduğunu avaz avaz bağıranlar, aynı insanları kelimelerine göre ne kadar yargılamışlardı? Engin, bu yüzden şu anda karşımda çocuksu bir heyecanla dikiliyordu. İçeri davet ettim.

Kaleminden dökülen kelimelerin büyüsünden, öykülerinin kusursuzluğundan bihaber, yalnızca dudağımdan çıkacak görüşlerime odaklanmıştı. Yakışıklıydı fakat onu yanımda görmekten ziyade kanının içimde dolaşmasını istiyordum.

Önceden hazırladığım bergamot çayını ikram ederek ortamı yumuşatmaya çalıştım. İlk yudumda küçük bir çocuk gibi dili yandı. Böylesine sıradan gözüken bir çayın neden şarap kadehinde ikram edildiğini anlayamamış gibi duruyordu. Kendisini daha fazla mahcup hissettirmeden, konuşmaya başladım.

“Seçtiğin kelimeler oldukça başarılı, öykülerin kısa olduğu için damakta tadı kalıyor.”

Bunu derken son derece ciddiydim. Yazdığı her kelimeyi bir bir yutmuş ve hâlen sindirememiştim. Birkaç laf kalabalığı sonrasında çayını bitirmişti. Geldiğinden beri uslu bir edayla kafasını sallayan Engin’in başı sonunda koltuğa düşmüş, kendinden geçmişti. Bu çayın tarifi her zaman işe yarıyordu. Bir kere daha etkisini görmek yüzüme aptalca bir gülümseme takmıştı.

Ona karşı diğerlerine olmadığım kadar kibar davranıyordum. Perlon ipini sanki canı acır diye yavaşça bedenine sarıyor, ağzını en sevdiğim gecelikten kestiğim saten kumaşı naif dokunuşlarla bağlıyordum. Ellerine dokunduğumda gözlerimi kapatarak onu arzuladım. Alnına küçük bir öpücük kondurarak saçlarını taramaya başladım. Parmaklarımın arasını, tek çocuğunun saçlarını içtenlikle tarayan bir annenin merhamet duygusu sarmıştı. Güzel kokuyordu, sanki kokusu ciğerlerime baharı müjdeliyordu.

Odama gittim. İşlemelerle dolu ve bir çeyiz sandığını andıran kutuyu açarak içinden en eski ve en kaliteli bıçağımı çıkardım. Bu kelimelerin sahibi, güzel bir bıçağın tenine nüfuz etmesini isterdi diye düşündüm.

Onu uyandırmak istemeden başucuna çöktüm. Parmak uçlarını öptüm. Parmaklar kutsaldı. Kelimeler oradan düşüyordu dünyaya. Onları saçlarımın arasında, göğsümde ve dudaklarımda gezdirdim.

Bu güzel anıya güzel bir şarkı eşlik etmeliydi. Scorpions, “Still Loving You” parçasını şu an için söylemişti, buna emindim. Engin uyanmaya başlıyordu. Şarkının sesini yükselttim. İnce bir uğultunun havada gezinen tınılara karıştığı sırada özenle seçtiğim bıçağı bileklerinde gezdirdim. Bıçağın ucu Engin’in yumuşak teninde adeta dans ediyor, kırmızıya boyanmak için ihtirasla damarlarının çıkıntılarını öpüyordu.

Damarlarından akan kutsal kanı, çay içtiği kadehe yavaşça boşaltmaya başladım. Halıya sıçrayan kan damlaları, kaşlarımı çatmama sebep olsa bile aldığım zevki örtmeye yetmiyordu. Gözlerim kapalı, kırmızıya şevkle boyanmış bıçağı Engin’in boğaz köprüsüne, şah damarına dayadım. En can alıcı kısım burasıydı, kan buradan bedenime coşkuyla fışkırırdı. İlhamın ve saklı kelimelerin orada bir yerde olduğunu biliyordum. Engin’in çaresizce çırpındığını hissedebiliyordum.

Şarkı bitmek üzereydi, kan hala oluk oluk akıyordu. Bir kere daha şarkı ile akan kanın sonunu eşitleyememiştim.

Ağızdan akan kan en sevmediğimdi. Sıradan gelirdi bana. Kan, saten kumaş parçasını kıpkırmızı yapmıştı. Düğümü çözdüm ve ağzını kuru bir peçete ile sildim. Artık bağırmıyordu.

Şarkı biteli beş dakikayı geçmişti. Engin susmuş, kan kadehten taşmıştı. Bu anın verdiği huzur ile bir sigara yakmalıymışım gibi hissettim. Dolu kadehi alarak mutfağa gittim. Sigaranın verdiği zehir ciğerlerime hızla dolarken boğazımdan akan taptaze kan zihnimi yeniden doğuruyordu. Sanki kelimelerim uçurumdan kendini atmış ve gökte sallanan sonsuz kelimeye karışmıştı.

Bu, şimdiye kadar içtiğim en paragraflar dolusu kandı. Odamda beni bekleyen öykülerimi düşünüyor, zihnimin sınırlarını aşan kelimeler ile tazelenen bedenimi sarhoşluğa bırakıyordum.

O sırada gözüme musluğun üstündeki bez ilişti. Yerleri temizlemek için daha fazlasına ihtiyacım olacaktı. Çamaşır suyunu ve deterjanı da alışveriş listeme ekledikten sonra tam dışarı çıkacaktım ki holün ortasında kurumuş kan lekeleri ile Engin’i anımsadım. İki parmağımın arasındaki sigarayı dudaklarıma yerleştirerek onu mahzene sürüklemeye başladım. Çok ağırdı. Sanki onca kan, başkasının bedeninden boşalmıştı. Yerleri iyice batırmıştım.

Engin’in hala yakışıklı görünen bedenini mahzene -diğerlerinin yanına,- kanını damarlarıma, ruhunu da zihnimin dehlizlerine yerleştirdikten sonra dışarı çıktım. Yağmur yağıyordu, ciğerlerime ıslak toprak kokusunu çektim. Bahar çalıların ardına saklanmış, arılar çiçeklerin bekâretini bozmaya çıkmıştı. Gülümsedim. Parmaklarıma baktım. Onun ve diğerlerini, orada bir yerde olduğunu biliyordum.