Her zaman sorarlar, bugün ne yesek? Cevap vermekten çekinirim hep. Ya abur cubur türevi bir şeyde karar kılınırsa? Yemek zorunda kalır mıyım? Evet evet, fikir belirtmemek en iyisi sanırım. Bu konuda sessizliğimi korumak en iyi seçenek.
Yatağımda boş yatarken bile sürekli aklımda tek bir düşünce: kilo alırsam ve göğüslerim büyürse, kalçalarım genişlerse daha çok kadınlaşır mıyım; bir kilo almam bile buna sebep olabilir mi… Şu lanet bedende doğmak benim tercihim değildi. Doğarken ailemin kim olacağını seçemediğim gibi cinsiyetimi de seçemedim; ilgi duyacağım insanların huylarına da, karakterlerine de ben karar vermedim. Sormadılar ki. İçimde barınan kişiyle bedenim arasında sürekli bir kavga, bir tezat. Bunu susturabilecek kişi de ben miyim?
Henüz on sekiz yaşından küçük bir “ergenseniz”, cinsel yöneliminiz veya içinde olmak istediğiniz bedenle alakalı yorum yapmanız yine “ergenlik” olarak yorumlanabilir. İşte bu “ergenlikle” mücadele için doktorlar bazı ilaçlar verdi. Örneğin Prozac, Xanax, Amitriptilin veya Lustral. Bu ilaçlar kafamla mücadele etmek için doktorlar tarafından verilenlerden bazıları. Hepsini denedim yani. İlgi aradığım ve bazı minör depresyon belirtilerim olduğu için bunları kullanmalıymışım. Halbuki bilmiyorlar ki içimde bastırdığım başka bir ben var… İlginç diğer bir detay ise şu: İçinizde saklamaya çalıştığınız biri varsa, haykıramadığı çığlıklar yüzünden bedeniniz sorumlu tutulur. Yani, bitmek bilmeyen çığlıklar yüzünden uykusuz kalırsınız. Uykusuz kalırsanız göz altlarınız morarır, halsizleşirsiniz, bağışıklık sisteminiz sarsılır ve dikkatiniz… Dikkatiniz artık sevdiğiniz şeylere odaklanamayacak kadar yoktur. Bu durumda sizi anlamaktan uzak tüm psikiyatristler depresyonunuz veya anksiyeteniz olduğu konusunda hemfikir olabilirler.
Aslında bana yardımı dokunabilecek bir şey var. Kilo almaktan korkmamamı, içimdeki sese kulak vermemi sağlayabilecek bir şey. Hormonlar. Testosteron aldığım bir senaryoda; içimdeki dışarı çıkmaya çalışan ben, tam anlamıyla dışarı çıkabilir. Özgürleşebilir. Bunun için aşılması gereken bir bariyer var. Annem.
Kendimle tartışırken annemin koridordan yankılanan ayak seslerini duydum. İyi insan lafının üstüne gelirmiş. Kapı aralandı, meraklı bakışlarla içeri daldı doğrudan. Odaya göz atmasından yine dağınıklığıyla alakalı gelecek lafa kendimi hazırlamaya çalıştım.
“Nasıl gidiyor çalışmalar?” Başladık yine. Ben burada neyin derdindeyim, bu insanlar hâlâ neyin derdinde. Ders, okul… Sınavlar… Ah pardon bilmiyordu ki. Yani, derdimin ne olduğunu.
“Çalışmıyorum ki,” diye cevap veriyorum. Daha iyi bir cevabım yok.
“Bir sorun mu var? Ne bu halin yine? İlacını içtin mi sen?” diye soruyor.
Yaklaşık bir yıldır olmak istediğim bedende yaşamadığımı düşünüyorum. Tabii böyle söyleyince çok net oldu. İlk farkına varmaya başladığım zamanlar, ne istediğimi bu kadar keskin yargılarla ifade edemezdim. “Bir şeyler doğru değil…” demekle yetinebilirdim.
Cevap gelmediği için olacak ki, üsteliyor. “Bir sorun varsa benimle konuşabilirsin, biliyorsun değil mi?” Göz deviriyorum. Göz devirince karşılaştığım şey odanın her yerine hakim olmuş Pearl Jam posterlerimden biri. Aklıma “Alive” şarkısı geliyor. En sevdiğim şarkıları. Sözlerindeki “baba” figürü benim için hep metaforik olmuştur. İma edilen şey aslında yaşıyor sandığın bir değerin ölü olmasıdır. Anneme anlatsaydım o da böyle düşünür müydü ki? Yaşayan kızının aslında ölü bir erkek olmak istediğini sanar mıydı?
Artık cevapsız kalan soruları canını sıkmaya başlamış olacak ki, “Seninle konuşmaya çalışıyorum, beni her zaman itiyorsun. Bu odaya kapanarak sorumluluklarından ve ailenden kurtulabileceğini sanıyorsan çok yanılıyorsun küçük hanım,” diyerek geveledi ve odadan çıkmaya yeltendi.
Bir saniye, ne? Küçük hanım mı?
“Küçük hanım mı?” diye çıkışıyorum.
“İki saattir söylediklerimden aklında kalan bu mu?” diye cevaplarken kapı koluna doğru uzanan eli havada kalıyor. İşler şimdi kızışacak olmalı.
“Geçenlerde söylemiştim, bu tarz çocuksu sıfatlardan hoşlanmıyorum,” diyerek az önce dalmak üzere olduğum Pearl Jam posterime doğru kafamı çeviriyorum. Aslında ona her şeyi söylemek ve içimdeki bu yükten kurtulmak isterdim. Gerçekten. Ama bu sandığınız kadar kolay bir karar değil. Alabileceğim tepkiler veya çıkışmalar beni gerçekten korkutuyor.
Annem kapıdan geriye doğru birkaç adım atıyor. Yatağımın ucuna kadar gelip duraksıyor. Gözlerine bakıyorum, küçükken hayran olduğum gibi yemyeşil hâlâ. Sadece kırışıklarla beraber gözleri artık daha kısık bakıyor. Odanın duvarlarının yeşili, camdan gelen güneş ışığıyla beraber gözlerini daha da yeşertmiş. Gözlerine kilitlenmişken bir anda kendini yatağımın ucuna doğru bırakıyor.
“Birkaç aydır uzaksın benden, seninle konuşmayı özledim,” diyor. Vereceğim tepkiden çekindiğini görebiliyorum. Bir süredir o kadar yalnız mı bırakmıştım gerçekten onu?
“Biliyorsun buradayım,” diyorum.
“Artık burada değilsin gibi hissediyorum. Eskiden her zaman, her şeyini benimle paylaşırdın. Artık uzaksın. Büyüdüğünü kabullenmek zor,” derken gözyaşlarını tuttuğunu hissedebiliyorum. Bu kadar dramatik olan şey ne anlamasam da, onu böyle görmek beni de üzüyor.
Uzanıyorum, eline dokunarak, “Anne artık her şeyi konuşmak o kadar kolay değil. Küçükken yaptığım hatalar veya söylediğim sözler sorun değildi. Küçüktüm. Artık anlamazsınız, büyüdükçe sorunlarımı kendim çözmem gerekiyor. Lütfen üzülme ve beni anlamaya çalış,” diyerek telkin etmeye çalışıyorum.
“Her şeyi beraber çözebiliriz. Hiçbir şeyi tek başına çözmek zorunda değilsin. Ben biliyorum. İlaçlar ağır geliyor değil mi? Sorun değil, doktorunla konuşabiliriz,” diyor. Çözüm üretmeye çalışıyor. Ama yeterli değil. Çünkü, gerçek çözüm bu değil.
“Hayır… Aslında evet, doktorla konuşabiliriz… Şey yani, ilaçları kesmesiyle alakalı,” diye cevap veriyorum. İlaçlar hiçbir işe yaramadığı gibi beni daha ne kadar, nasıl etkilediyse annemden bile uzaklaşır olmuşum. Bunu görmek benim için gerçekten çok üzücü. O hayatımdaki tek ailem. Yanımda olmaya çalışan tek kişi.
“Neden, ağır mı geliyor? Gideyim de bir randevu almak için konuşayım.” Hemen yataktan kalkmak için harekete geçiyor. İleri doğru atılıp kolundan tutuyorum. Bu onu duraksatıyor.
“Başka bir ilaç daha iyi olabilir anne… Aklımda veya ruhumda bir sorun olmadığını düşünüyorum. Sorun, şey… başka.”
“Anladım,” diyor. Neyi anladı ki? Yine ilaçlardan boş yere şikayet ettiğimi düşündü kesin. Yine anlamadı. Ne zaman anlamıştı ki zaten. Kafamda dönenleri anlatmaya çalıştığım veya en azından ipucu vermeye çalıştığım her seferinde böyle oluyor. Anlamasa da anladım diyor.
“Hormon ilaçlarından bahsediyorsun değil mi?” diye soruyor. Nasıl? Anlayamadım. “Bekle burada,” diyerek ani bir şekilde ayağa kalkıyor. Kapıyı açıp çıkıyor.
Beklediğim bir tepki değildi, şimdi içeride ne tür bir ahlak dersi üstüne düşünüyor acaba diye bekliyorum. İlaçların iyi olduğunu, hayatımdaki zor dönemleri bu sayede atlatacağımı falan bir nutuğa dönüştürecek heralde. Hormon ne alakaydı, onu hâlâ tam anlamış değilim ama…
Geri dönüyor, elinde yaklaşık beş tane kitapla beraber. Alacalı kapaklara sahip bu kitapları heyecanlı bir şekilde önüme bırakıp, onay beklercesine gözlerimin içine bakmaya başlıyor. Kitaplara göz atmak için eğiliyorum. Lindy West’ten Jennifer Boylan’a… Marjane Satrapi’den Franz Kafka’ya… Birçok farklı yazardan çeşitli konularda kitaplar.
“Ne bunlar?” diye soruyorum.
“Bir süredir bazı şeylerin senin için farklı olduğunu biliyorum. Fark etmedim mi sanıyorsun? Kilo almaktan korkar hale gelmen, yemek yememen, sıkı atletler giyerek bazı şeyleri kapatmaya çalışman, değişen tarzın, benden uzaklaşman, ilişkilere bakış açın… Evet, başta gerçekten okul, dersler veya ergenlik yüzündendir diye düşündüm ama seni umduğundan iyi tanıyorum,” derken heyecanlı bir hali vardı. Bir vakayı çözmüş gibiydi. Yok… hayır, aslında tam olarak çocuğunu anlamayı başarmış bir anne gibiydi. Bir kitaplara bir ona bakarak durumu kavramaya çalışıyordum.
“Sorun değil, bunları seni anladığımı göstermek için getirdim. Belki sana ne olduğunu anlayabilirim diye araştırmıştım. Durumu kavradığımı düşündükten sonra da seni nasıl daha iyi anlayabilirim diye kafa yormaya başladım. Okuyabileceğim kitaplar veya makaleler vardı…” dedi.
Sanırım artık benim de gözlerim dolmuştu. Başından beri olmasa da farkındaydı. Anlamıştı… O benim annemdi. Dayanamadım, ona sarıldım. Asla bir daha onu bu hale getirmeyecektim. Çevremde duyduklarım ve okuduklarım kendimi anneme açmamı engellemişti. Oysa o; ben ve benim gibi olanları anlamak için çaba sarf etmişti. Nereden nasıl yaklaşması gerektiğini en ince detayına kadar okumuştu. Bense, bunu ona nasıl anlatamadım diye düşünüyordum şimdi de. Kendime kızmıştım.
“Çok özür dilerim anne… Özür dilerim. Sana söyleyemediğim için, paylaşmaktan çekindiğim için. Ama gerçekten bu ben değilim, olması gereken ben değil… Çok zorlanıyorum,” dedim ve daha sıkı sarıldım ona.
“Olduğun kişi yüzünden asla özür dileme,” dedi ve doğrulup bana baktı. Gözlerimin en içine, en yeşiliyle. Ben ise o, içimdeki “ben”i keşfetmeye çalışırken bu yeşilde kaybolmak istiyordum sadece. Artık kamuflajını kenara bırakmış, özgür biri gibi.