Kıraathane’deki Genç Yazarlar Genç Okurlar programında kalemimizi çalıştırmak için, “Babamın nasıl öldüğünü öğrendiğim gün, onun öldüğünü öğrendiğim günden daha acıydı,” başlangıç cümlesiyle, kolektif mini öyküler yazdık. Bu öykü onlardan biridir.
Babamın nasıl öldüğünü öğrendiğim gün, onun öldüğünü öğrendiğim günden daha acıydı. Gözümde bile canlandıramadığım bu olay, bedenimde yavaş yavaş büyümeye başlamıştı. Vücudumu sarıyor ve sakız gibi yapışıyordu. Atmak istedim, çıkarıp parçalamak ve mutlak gerçeği yalanlara bölmeyi arzuladım.
Yapış yapış, aromalı bir sakızdı. Çıkarıp atsam elimde hissi kalıyordu. Elimi yıkasam kokusu benimleydi. Kan kokusu elimdeydi. Kanın kokusu gerçekten de böyle miydi? Kafamı iki yana sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Haberi veren amcamı, yaşadığım şoka inandırabilmek için rolümü büyük büyük oynamam gerekiyordu. Bu zamana kadar babamın nasıl öldüğünden çok, babamı kimin öldürdüğüne odaklanmıştım. Öldüren kimdi? Ben mi? Odanın bir köşesinde durmuş, kafasını sakince duvarlara vuran o mu? Babam mı? Yoksa hepimiz mi? Anlayamıyordum.
Neden bu rolü oynamam gerektiğinden emin olamadım. Bu haberi çok büyük bir gizemi çözmüş edasıyla veren amcam hariç, hepimiz öldürdük onu. Bunu hak ettiğini bilerek yapmışken şimdi bu vicdan azabı niyeydi? Onun kirli ellerinin izi hâlâ bedenimizin üzerindeyken kanının elimize bulaşmış olmasının bir önemi var mıydı?
Ölümünün kelimelere dönüşmesiydi bizi ürküten. Kelimelerin bir gece gelip bizi boğması. Bu boğumun bizim ölümümüz olması. Hepimizin korkusu buydu aslında. Kelimelerle savaştı hepimizin amacı. Babamın ölümü kimseye acı vermiyordu. Neden beni vicdan sarmıştı peki?