Birlikte büyüdüğüm ve o güne dek hayatımın her yılında tanıdığım kokular ve sesler birden bana düşman kesilmiş ve o yaz yaşanan olayların rengini sonsuza dek taşıyan bir ton edinmişti. Anneannemin, dedemin ölüm döşeğine düştüğü güne kadar işletip “yadigârım” dediği terzi dükkanının yıllardır sakladığı kartvizitlerini, etrafa saçıp sırra kadem basmasından üç gün sonra tüm aile eve doluşmuştuk. Annemin, iki dayımın ve teyzemin sırayla doğup büyüdükleri bu eve en son ne zaman böyle tam kadro dizilmişlerdi hatırlamıyorum. İlkokul zamanlarımdayken anneannemin şefliğinde pişen tonlarca yemeğin yoğun kokusunu çok severdim. Şimdi bulaşıkları, birbirine katlanan insanları ve konuşulmadıkça prangalaşan düşünceleri düşündükçe içim bulanıyor. Geniş zigon sehpanın cilalı yüzeyinde annemin ters yansıyan asık suratını inceliyordum. Hiçbiri yerlere saçılmış kartvizitlere dokunmamıştı. Hepsi yer yer yırtılmış, kahverenginin bin bir tonunu barındıran yırtık divanda boy sırasına göre dizilmişlerdi. Holden küçük kuzenlerimden birinin sesi yankılandı. Çok acı çekmenin bir sirayeti olan buruşuk dudak kenarlarını daha da belirginleştirerek yüzüme baktı. “Selin, şu çocuklara bahçenin kapısını açsana, dışarı çıksınlar. Hadi teyzem.” Konuşmaya henüz hazır olmayan büyük aile bireylerini salonda bıraktım.
Oldukça dar ve uzun mutfağı geçtim ve saklı bahçeye açılan kapıyı açtım. Küçükken bu mutfakta Alice’cilik oynardım hep. Işığa doğrudan maruz kalmayan mutfak gün batımına doğru gölgelenirken zemine oturur, dışarıda bizi es geçen aydınlığa bakardım. Ben karanlıkta kalırdım fakat dışarısı ışıl ışıl gözükürdü. “Bay Tavşan! Bay Tavşan!” diye bağırırdım ve yerimden zıplayıp kapıyı açardım. İşte, tekrar o harikalar diyarındayım. Apartmanın ön cephesinden asla gözükmeyen gizli bir yerdi burası. Dedem, “Betonların arasında ilahi bir gücün ‘Ben hâlâ varım ve ben ne istersem o olur,’ demesi gibi bir şey bu bahçe,” derdi hep. Sadece bizim evden girişi olan, diğer dört kattaki, “aile” gibi olduğumuz komşularla neredeyse her ay bir kere kavga etmemize sebep olan bir yer. Elma, kayısı ve erik ağacının etrafında anneannemin neredeyse kendi çocukları ve torunlarından daha çok değer verdiği güller, sümbüller, menekşeler ve bilumum çiçekle küçük bir cennet gibi. Hava yüzümü yalayıp geçince derin bir nefes aldım o tanıdık kokuyla tekrar selamlaşmak için. Sanki anneannemin onları da terk ettiğini anlamışlardı. Renkleri soluk duruyordu her bir yeşilin, pembenin, morun ve mavinin. Küçük kuzenlerimin gelmesiyle havanın soğukluğunu yüzümde buram buram hissettiren gözyaşımı sildim. “Eskiden Alice’iydim buranın,” dedim ağzımın içinden. Hiç kimse duymadı tabii.
Salona girdiğimde büyük dayımın elinde sararmış kartvizitlerden biri vardı. “Neden saklamış bu kadın bunları?” Ezilmiş süngerlerinin altından iskeletini omurgamda hissettiğim berjerde huzursuzca kıpırdandım. “Ona eski güzel günleri hatırlatan tek şey olduğu için olabilir mi?” diyememek beni rahatsız ediyordu. Annem asla, onun deyimiyle, laf ebeliği yapmama izin vermezdi. Teyzem burnunu sesli bir şekilde çekti. “Nereye gitmiş olabilir?” Acaba anneannemin gün içinde nerelere gittiğini biliyorlar mıydı? Dedemden sonra oluşturduğu rutin neydi acaba? Hiç düşünmemişlerdi. Büyük dayımın bir türlü istediği miktarda parası, evi ya da her neyin eksikliğini hissediyorsa onun olmaması en büyük sıkıntısıydı. Küçük dayım karısına aşkından kendini kaybetmişti zaten. Teyzem desen, kocasını kaybetmemek uğruna kortizon tedavisinden önünü göremiyordu. Sorsan herkesin akıl almaz problemleri vardı. Fakat kimse hayat arkadaşını kaybetmenin verdiği sonsuz yasın karanlığını bilemezdi. Ben biliyordum. Işığı yakmadan oturduğumuz gecelerde annemin annesi olan bu kadınla ne kadar ortak noktamız olduğunu gözyaşlarımız birbirine karışırken net bir şekilde anlardım. Onun rahminden çıkmamıştım ama karından bağlı olduğumuzu biliyordum. Hem de vücudumuzun aynı noktasında doğum lekelerimiz bile vardı. En son gecemizde anı kutusunu açtı. Kartvizitlerin yanında birlikte çekildiğimiz fotoğrafımıza baktı. Ben tavşan kostümü giyip dedemin kucağına atlamışım saklı bahçede. Hepimiz gülüyorduk. “Son kez Alice’cilik oynamak ister misin?” diye sormuştu bana. Ama bu sefer tavşan o olacaktı, hayali biri değil. “Çok acelem var kızım. Gitmem gerek, anla.” Sonra eğilmiş, kulağıma gideceği yeri söylemişti. “Unutma, Alice sensin. Başka kimse bilmemeli. Yoksa Kraliçe’yle karşılaşmak zorunda kalırız.” Gülümsemiştik birbirimize. Ertesi sabah eve uğradığımda anı kutusu masanın üzerindeydi. İçindeki kartvizitleri ağlaya ağlaya evin etrafına saçtım ben de.