Perihan Mağden’in bu dönem okuyacağımız İki Genç Kızın Romanı adlı kitabından bir cümlenin bizi götürdüğü yer…
O bakış, süzüş ve inceleme… Unutamıyorum ilk göz göze geldiğimizde ve bana baktığında, o iğrençmişim hissini vücuduma yedirmesini unutamıyorum. Bir insanı hissettiği şekilde kabul etmek bu denli zor mu cidden? Olmamalı çünkü.
“Anlaşılan onunla tanışmak için ya çok geç kalmışım ya da çok erkendi bilmiyorum.” İki gün önce oldu, ne olduysa. Kendimi açmamla başladı, tanışmamızla. Babama ne zamandır duyduğum saygıyı, hasreti ve ‘sadakati’ bir kenara koymamla. Sadakat diyorum çünkü onun istediği evlat modeline ne kadar yakınsam, o kadar da sadıktım. Şimdiyse, sadakat ile varlığını reddetmek arasında ince bir çizgide duruyorum. Sebebiyse; onun ideal evlat modelini düşünemeyecek olması, çünkü düşünme yetisi artık yok. Ölü… Açıldığım, tanıştığımız dakikadan beri hissediyordum o hüsranı. Bir şey olacaktı, yüzüme bakmayı kesmişti. İçindeki o meyilsiz nefretin yükselişini, göz göze gelmesek de hissedebiliyordum. Bu nefret beni bu hale getirdi. Bu nefret beni hayattan soyutladı. Bu nefretle beraber doğan öldürme içgüdüsü, benim önce davranmama sebep oldu.
Mert… İnsanı öyle heyecanlandırıyor ki sesi, kokusu, yüzü ve vücudu. Nasıl bahsetmeyecektim babama ona karşı hislerimden, aşkımızdan. Neydi hislerimi anlamlandıramamasının sebebi? İki testosteron çuvalı, bir aşkın tohumu olamaz mıydı? Olurdu. Olaylar silikleşmeden üstünden geçip duruyordum yaşananların. Hep aynı cümleyle sonuçlanıyordu. Aklım beni tatmin etmeye çalışıyordu. Artık seni anlıyor, diyordu. Susmuyordu. Aklımla çatışırken, elime değen kan sıcaklığı irkilmeme sebep oldu. Dikkatim dağıldı, aklım gücünü kaybetti. Yerde yatan bedenine baktım, yanaklarımdan süzülmeye başlamış olan gözyaşları ise kalbimin sessiz haykırışlarının dışavurumuydu. Ellerimle kafamı tuttum, tekrar konuşmasını engellemek için. Çünkü yaşananlar doğru değildi. Bir evlatla babanın arasında yaşanan trajedinin sonu kan mı olmalıydı? “Sus,” dedim. “SUS.” Artık kalbimin haykırışları dilime vurdu. Çığlıklarımı bastıramaz hale geldim. Tekrarladım yine, “SUS.”
Bir çocuğunuz varsa, aşkı tatmasına engel olmak için boğazına bıçak mı dayamalısınız? Belki yanlıştır, günahtır, haramdır… Ama adı aşktır. Onu tanımlayan şeyler, başına gelen sıfatların bir önemi yok. Önemli olan kelimenin ahengi, verdiği saf mutluluk. Adı üstünde ya, aşk. Birçok dilde söylesem, yine insanın midesinde kramplar yaratmasına yeter. Love, Liebe, amore, aloha… sevgi. Aşktan bahsederken ya çok güzel şeyler yaşarsınız. Örneğin bir buseyle sonuçlanabilir, anlamsız ama bir yandan da duygu bütünü bakışlarla karşılaşabilirsiniz. Ya da aklınızın, hayalinizin almayacağı kadar kötü şeyler yaşanabilir. Terk edilebilir, hiçe sayılabilir veya işte böyle varlığınız sorgulanabilir. Mutfakta Mert’ten, bir yıllık mutluluğumdan ve uzun zamandır tahmin etmemek için uğraştığı ‘yönelimimden‘ bahsediyordum. Açılmamdan sonra bu, ikinci kez. Duymak istemedi, dinlemedi. Beni ittirdi, takmadı. Koridorda yürümeye başladı. Dayanamadım.
“Bir kez beni anlasan, istediğim şeyin farkına varsan, ne olur? Bir kızı sevseydim şu an bahsettiğim şeyi bir ‘yönelim‘ olarak bile görmeyecektin. Sorgulamayacağın için, dünyanın düzeninin yönelimsiz olduğunu sandığın için algılamayacaktın. Sonuç, sonuç ne? Arkanı dönerek uzaklaşma hakkı bulduğun bir ibne miyim lan ben?”
Bu laftı her şeyi bir anda karanlığa bürüyen. Bana doğru koşması, boğazıma yapışması ve ağzından çıkan hakaretler, bunca zamandır bitkin düşmüş öfkemi ve nefretimi ayağa kaldırdı.
Bu laftı her şeyi bir anda karanlığa bürüyen. Bana doğru koşmasına, boğazıma yapışmasına ve ağzından çıkan hakaretlere sebep olan. Bunca zamandır bitkin düşmüş öfkemin ve nefretimin ayaklandığını hissetmiştim. Sonrası elinden çekmemle kalbine doğru saplanan bıçak ve karanlığın bir anda alacalaşması. Başka bir şey yok.